29 Aralık 2012 Cumartesi

İYİKİ OKUMUŞUM
 Kitapların hayatımda büyük bir yeri ve önemi var. İlkokul 5. sınıftaydım. Evimize çok yakın olan şehir kütüphanesinde başladı kitaplarla olan ilk ilişkim. Hep masal kitapları okuyordum o zamanlar. Lisedeyken dünya klasiklerine başladım. Klasiklerin yeri ise bambaşkadır benim için. Şimdiki özgürlükçü, eşitlikçi fikirlerime bir alt yapı oluşturdular. Bana yön veren kitaplardan bir liste hazırladım.


 Dört ciltten oluşuyor bu kitap. Marius'a aşık olmuştum okurken. "Bir roman kahramanına aşık olunur mu?" Demeyin önce Marius'u tanıyın derim. İnsanların ne kadar çok yoksul olabileceğini romantik bir tarzla anlatmış Victor Hügo. Ekmek çalıp küreğe mahkum olan Jean Valjean'ın hikayesi

ŞEKER PORTAKALI


Bahçesindeki portakal ağacıyla konuşan Zeze, yaramaz, zeki, duygusal bir çocuktur. Bir çocuğun hayal dünyasının sınırlarıyla tanıştırır sizi bu kitap. Portekizli'nin merhametine hayran kalabilirsiniz. Zeze'yi onun olgunlaşmış acılarını hissedersiniz okursanız eğer.

GERMİNAL


 Bu kitabı okurken insanın karnı öyle bir acıkıyor ki. Buzdolabına koşup içindeki yiyecekleri görünce rahat bir nefes alıyorsunuz. Açlığı çok iyi yansıtmış Zola. Maden işçilerini, patrona karşı yaptıkları grevi ve açlıktan ölen bebekleri okumak size popüler aşk romanları gibi bir zevk vermeyecek ama çok daha değerli başka şeyler öğreneceksiniz.

ÇALIKUŞU


 En sevdiğim Türk romanı. Bir kadının Cumhuriyet'in daha ilk yıllarında Anadolu'daki gerici insanlarla olan kavgasını anlatır bu kitap. Bu insanlar her devirde her yerde hala yaşıyorlar. Kimi zaman Sivas'ta bazen Maraş'ta. Kimi zaman da hemen yanınızdalar.

 
Bu da siyasi kitaplar arasında en beğendiklerimden biri. Sistemi anlamak için adeta bir şifre niteliğinde. Fakat tek başına yeterli değil elbette. İnsanı Matrix'ten çıkarmak için tetikliyor. Matrix'ten çıkmak sadece bir başlangıç...

28 Aralık 2012 Cuma

 YENİ YIL

   Koskoca bir yılı daha  geride bıraktık. Çocukluğumun yıl başı gecelerinde hep büyük bir coşku duyardım. Sanki bir günde geçmiş yılda yaşanmış bütün kötülükler silinecek ve yepyeni, güzel, şans dolu günler başlayacak gibi gelirdi bana. Yirmili yaşlardan sonra tarihteki son numaranın değişmesiyle insan hayatında büyük bir değişmenin yaşanmadığını fark ettim. Böylece yıl başındaki coşkulu hallerimin yerini duygusuz haller aldı. Fakat bu yıl durum biraz farklı. Yine eski coşkulu günlerimi yaşıyorum. Çünkü artık daha bir bilinçliyim. Şansın insana tesadüfen gelmeyeceğini insanın mücadele ederek onu kendi lehine çevireceğini biliyorum. Artık yalnız da değilim. Benimle aynı fikri paylaşan binlerce yoldaşım var. Bir gazetem var her gün okumam gereken. Ve en önemlisi  koskocaman bir umudum var gelecek günlerin daha iyi olacağını müjdeleyen. Bir tek Noel babam eksik. Kim bilir? Bir bakmışsınız ki o da inivermiş evin olmayan bacalığından...

4 Aralık 2012 Salı

EKÜMENOPOLİS, UCU OLMAYAN ŞEHİR

                       
 Çok değil belki bundan birkaç on yıl sonra bu tarz manzaralarla yalnızca sanal ortamlarda karşılaşacağız. Gelecekteki kuşakları düşününce yine de şanslı bir dönemde dünyaya geldiğimizi düşünüyorum. Bir de geçmiş kuşaklara bakıyorum. Avlulu evlerde büyüyen, evinin önündeki ağaçta salıncak sallanan ya da kendi meyve ağacına çıkıp meyve toplayan insanları düşününce de derin bir hüzne kapılıyorum. Çünkü bizim bu saydıklarımıza ulaşabilmemiz için yüzlerce kilometre yol yapmamız gerekiyor. Bir dönem sayborg filmleri çok revaçtaydı bilirsiniz. Bom boş bir arazi, koyu gri   ve siyah karışımı bir gökyüzü, asit yağmurları, deri giyimli genellikle dövmeli insanlar, su kıtlığı bu filmlerin vazgeçilmez unsurlarıydı. Bu filmler hep bilim kurgu kategorisinde yer almıştır. Fakat bence artık gerçeğin ta kendisini yansıtıyor. Ne yazık ki bizi böyle bir dünya bekliyor. Kapitalizm canavarını durduramazsak eğer, ortada yaşayabileceğimiz bir dünya da kalmayacak. Ne kirletebileceğiniz bir deniz ne zehirli atıklar dökebileceğiniz bir nehir. Kesebileceğiniz bir ağaç da kalmayacak, üzerine bina dikebileceğiz bir yeşillik de. Kuşlar, çiçekler, arılar hiçbiri... Bomboş bir arazi gri ve siyah karışımı bir gökyüzü, asit yağmurları... Bir şey olacak yalnızca bir şey: Derin, korkunç, deliksiz bir sessizlik...
  Ekümenopolis Ucu Olmayan Şehir...

 

18 Kasım 2012 Pazar

İKİ DİL BİR BAVUL


  "Benim yabancı dilim Türkçe'dir." Filmdeki en özel cümleyle başlamak istedim yazıma. Bu film beni ta uzaklara, Urfa'ya götürdü yeniden. Çok sıcak, şirin bir film. Sanki biri gizli bir kamerayı hayatın tam ortasına koymuş. İnsanların en doğal, yalın hallerini çekmiş. Filmin konusu şöyle: Denizlili Emre Öğretmen, doğudaki bir Kürt köyüne atanır. Henüz ilk öğretmenliğidir. Birleştirilmiş bir sınıfta, çoğunluğu Türkçe bilmeyen öğrencilere bu dili öğretmeye çalışır. Ancak onu oldukça zor bir süreç bekliyordur. Çünkü ne o, öğrencileri anlar; ne de öğrenciler onu.
  Tam da ana dilde eğitim tartışmalarının yaşandığı şu sıralar, bu film konuyu öyle basitçe anlatmış ki üstüne söylemeye tek bir sözcük bile gerekmiyor. Saçları yağlı, tırnakları kirli bu kara gözlü çocuklar, insana hep aynı soruyu sorduruyor. "Ne yapmalı?" Ne yapmalı da bu insanların yoksulluklarını, cehalete teslim edilmiş; insanlık düzeyinin çok alt sınırlarında olan hayatlarını değiştirebilmeli?
  Ana dilde eğitim konusuna geri dönersek eğer, insanların yalnızca empati yapmalarını istiyorum. Annenizden öğrendiğiniz dil, ülkenizdeki çoğunluğun dilinden farklı. Siz yabancı bir dilde okumayı yazmayı ve daha bir sürü şeyi öğrenmek zorundasınız. Bu, hayata dezavantajla başlamak değil midir? Nerede kaldı "Yasalar önünde insanlar eşittir." söylemleriniz? Sonuçta ikinci bir dili ne kadar iyi öğrenirsek öğrenelim, hiçbir dilde kendi ana dilimizde olduğu kadar rahat olamayız. Düşünebildiğimiz gibi konuşabilmenin tadı elbette başkadır.
  Bu yazımı Pamuk şiiriyle noktalıyorum. Urfa'daki öğrencilerimin okula geç gelip okuldan erken ayrılmalarına, zaten esmer olan tenlerinin iyice kararmasına neden olan pamuk... Onlardan en önemli, en güzel şeylerini yani çocukluklarını çalan pamuk...
                  PAMUK
 Gözyaşlarımızla sularız seni ey pamuk
 Bu eller açtırır, bu adımlar güzelleştirir seni.
 Elde kazma, elde kürek bütün işlerin bizim omuzlarımızda,
 Türküler çağırarak üretiriz seni.
 Altın babalarına varırsın sonunda.
 Pamuk! Bizim toprağın ürünüsün sen.
 Oysa biz çıplağız ve meteliksiz.
 Ne kadar yüksekmiş kıymetin bilememişiz.
 Cahil ve köylü olduğumuz içindir bu yoksulluğumuz.
 Yüzde bir kadarını da kazandık mı razı geliriz.
                                    Ciğerixwin (Ciğerhun)

12 Kasım 2012 Pazartesi



ÖLÜM CEZASI

 İnternette gezinirken bir sitede şöyle bir anketle karşılaştım: "İdam cezası uygulanmalı mı?" Hemen "hayır" cevabını işaretleyip sonuçlara baktım. Meğer yaşadığımız ülkenin dindar insanlarının % 83'ü bir başkasının ölümünü isteyen ve bu ölümün devlet eliyle gerçekleştirilmesine ses çıkarmayacak olan kişilermiş. Neyse ki % 17'lik gibi hala insani özelliklerini yitirmemiş olan bir kesim de yok değil. Bir insan ne yapmış olursa olsun asla ölümü hak etmez. Buna başka bir insanı öldürmüş olması da dahildir. Bu % 83'lük kesimin, şu son şehit haberleriyle duygusal davranıp da bu anketi cevapladıklarını düşünmek istiyorum. Aksi halde ülkede kana susamış, cani bir çoğunlukla yaşadığımı bilmek beni çok ürkütürdü. Hele de anket yapılan sitenin daha çok öğretmenler tarafından kullanıldığını düşününce ürkme halinden titreme haline bile geçebilirim.
 Şimdi soruyorum "idam cezası gelsin" diyenlere. Mükemmel bir adalet sistemi olan ülkemizde (!) Sizce kim idam edilecek? Cevabı ben vereyim: Tabii ki egemen güçlere boyun eğmeyen insanlar. Sırf onlar gibi düşünmüyorlar diye iftiraya uğrayan yıllarca hapis yatan insanlardan tümüyle başka nasıl kurtulunabilir ki. Daha birkaç on yıl önce Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ve daha onlarca devrimci gencin başına gelenler de uslandırmadı mı insanlarımızı? Neydi suçları bu gençlerin, kaç kişiyi öldürdüler  ? Yalnızca ülkelerini emperyalizmin karanlığından kurtarmak istiyorlardı. Aslında günlük siyaset hakkında yazmayı sevmiyorum ama konu insan hayatı olunca kendimi tutamadım. Ülkemde yaşanan bu tatsız günlük siyasetten nefret ediyorum. Fakat yine de umutluyum. Ne de olsa her şeyin bir sonu var. Onların ki de pek yakın olacağa benziyor.

   Delikanlım,
   İyi bak yıldızlara
   Onları belki bir daha göremezsin.
   Belki bir daha,
   Yıldızların ışığında kollarını
   Ufuklar gibi açıp geremezsin.

   Delikanlım,
   Sen ki ya bir köşe başında
   Kaşından kan sızarak gebereceksin.
   Ya da bir devrimci gibi
   Dar ağacında can vereceksin.
                         (Deniz Gezmiş)
 

6 Kasım 2012 Salı

ALIŞVERİŞ ÇILGINLIĞI

Yeni bir şey satın aldığında mutlu olmayan insan var mıdır? Bilemiyorum. Fakat ben bir şey alamadığında mutsuz olan, bunu bir alışkanlık hatta bağımlılık haline getiren insanlar tanıyorum. Sırf "indirime girmiş, kampanya varmış" masallarıyla bize ihtiyacımız olmayan ne ürünler aldırıyorlar saymakla bitmez. "Al, dursun bir yerde." Mantığıyla hareket eden birçok insan var. Parayı elbette harcamak için kazanıyoruz. Fakat alnımızın teriyle, emeğimizin karşılığını çoğu zaman karşılayamayan paramızı hiç kullanmayacağımız, giymeyeceğimiz, yemeyeceğimiz, ürünler için başkalarının avucuna saymak ne kadar doğrudur? Bu konuda düşünmek lazım. Başta da söylemiştim. Bazıları için alışveriş bir hastalık haline gelmiş. Hayatında yerini dolduramadığı şeyler için kendini mağazalarda bir şeyler satın alarak tatmin eden insanlar var. Ne kadar çok harcarsa harcasın asla doyuramadığı satın alma isteği olan yığınlar tam da bu sistemin yaratmak istediği insan tipidir. İnsanlar daha çok almalı, fabrikalar daha çok üretmeli, daha çok işçinin emeği gasp edilmeli ve patronlar daha çok zengin olmalıdır. Böylece kapitalist sistem, bizi boğmaya, yutmaya, krizler üretip satın alma gücümüzü düşürmeye ve bizi birbirimize yabancılaştırmaya devam edecektir.
  Dikkat ettiniz mi ayakkabı tamiri yapan dükkanlar ne kadar çok azaldı? Eskiden ayakkabımız yırtılınca tamirciye verir. Tamirattan sonra ayakkabımızın yeni bir yeri yırtılana kadar onu tekrar kullanırdık. Şimdi en ufak bir aşınmada doğru çöpe postalanıyor ayakkabılar. Yenisini almak varken kim uğraşır tamirciyle falan. Bunun gibi daha birçok örnek sayabiliriz. Gençlerdeki marka merakı, özenti, tüketim toplumu olma yolundaki en önemli örneklerdir. Bazen sokağa çıkıyorum. Bütün genç kızların ve delikanlıların, aynı saç tipini, aynı kıyafet tarzını, aynı konuşma şeklini benimsediğini görüyorum. Bunların hiçbirini diğerinden ayırt etmek mümkün olmuyor. Tek tip insan şekline doğru gidiyoruz. Okumayan, sorgulamayan, sürekli bir şeyler satın alan ama asla doymayan, amaçsız bir gençlik beni gelecek için oldukça endişelendiriyor. Gençleri suçlamak ve yargılamak işin kolay yanı tabii ki. Asıl sorun, onları bu şekle sokan bu kirli sistemle mücadele edebilmektir.


29 Ekim 2012 Pazartesi

DÖNÜŞ, BABALIK EFSANESİ


 Bu, benim ilk Rus filmim. Aslında Sovyet filmi izlemek istiyordum çünkü 70 yıl Sosyalist yönetimle yaşayan bir ülkeyi yani Sovyet Rusya'yı merak ediyorum. Siyasi bir film izlemek istiyordum fakat seçenekler arasında yoktu. Ben de bu filmi seçtim. İlk fırsatta bir Sovyet filmi de izleyeceğim. Sosyalizm izleyeceğim filmin kenarından köşesinden bir yerlerinden  karşıma çıkarsa eğer, bu fikirleri sizinle paylaşacağım. Yine de bir film, kitap, şiir bana yazı yazma ilhamını veriyorsa bence değerlidir. Öncelikle, bu filmde oyuncular orijinal sesleriyle Rusça konuşmasalardı ve filmin başlangıç ve bitiş yazıları Rusya'nın kullandığı Kiril alfabesiyle yazılmış olmasaydı, "bu bir Türk filmidir." derdim. Bilemiyorum buradaki baba karakteri oradaki en kötü örnek midir? Fakat şunu biliyorum ki bizim toplumumuzda ortalama bütün babalar bu filmdeki baba karakterine yakın bir görünüm sergiliyorlar. En azından benim tanıdığım bütün babalar öyle. Fakat az da olsa iyi örnekler yok değil. Ama sayıları oldukça az.
 Babalıktan bahsetmeden önce aileden bahsetmek gerekir ki bu da oldukça kapsamlı bir konu. Aile neden vardır? İnsanlık tarihini beş döneme ayırırsak eğer (İlkel kominal toplum, köle, feodal, kapitalist ve son olarak kaçınılmaz olarak Komünist toplum)  Feodal toplumda aile mirasın korunması için vardır. Kapitalist toplumda ise aile, bireylerini egemen güçlere karşı baş kaldırmayan kişiler olarak yetiştirmek için vardır. Komünist toplumda bu kuruma ne olacak ya da bu kurum nasıl bir hal alacak ? Bunu yaşayıp görmek gerekir. Tabii ki ömrümüz yeterse. Sonuçta bu toplumda yaşıyoruz elbette aile kuracağız. Ancak bu ailenin en önemli bireylerinden biri olan baba rolündeki kişilerin ailenin diğer bireylerine karşı çok dikkatli davranması gerekir. Aile de küçük bir devlettir aslında. Devlet faşist, zorba, baskıcı ve sömürücü olduğunda bu devletin içindeki halk nasıl mutsuz oluyorsa; ailenin başındaki birey (bu çoğu zaman babadır) sömürücü, diktatör olduğunda aile içindeki bireyler de mutsuz olurlar.
 Dönüş filmindeki babayı, çocukları yalnızca fotoğraflarından tanıyorlar. Yıllar sonra eve dönen baba, çocuklarıyla bir geziye çıkıyor. Çocuklar, hayallerinde yaşattıkları babayla gerçek babaları arasında uçurum olduğunu görüyorlar. Bir arkadaşım bana babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve buna hiç üzülmediğini söylemişti. İnsanın içinden olmaz olsun öyle babalık diyesi geliyor. Söylediğim gibi güzel örnekler de yok değil. Fakat neden bizim toplumumuzda babalar ve çocuklar arasında hep bir mesafe vardır? Neden annelere her şey anlatılır da en son babalar duyar? Sanırım babalar evin ekonomik gücünü elde tuttuğundan kendilerine ayrı bir önem verilmesini, saygı duyulmasını istiyorlar. Baba eve gelince evin o şangırtılı şungurtulu doğal sesi minimum düzeye iner. Tv kumandası babanın önüne itilir. Bütün ev sakinleri uslu çocuk rolünü oynarlar. Baba evden gidince herkes içinden bir "oh" çeker. Babalar keşke bu saygıyı korku imparatorluğu yaratarak değil de sevgiyle kazansalar. Bunu yapamayacak olanlar da bir zahmet baba olmasınlar. Çünkü sömürü düzeni nerde olursa olsun kötüdür. Hele aile kurumu gibi bireylerin şekillenip topluma karışacağı bir kurumda sömürücü insanlar yetiştirmemek adına çok çok daha önemlidir.

26 Ekim 2012 Cuma

CHE, TEKRAR YOLLARDA



 Onu ilk defa bir tişörtün üstünde gördüm. Yanımdaki kişiye tişörtteki adamın kim olduğunu sorduğumda bana "devrimci" diye yanıt verdi. Devrimci ne demekti ? Sorduğum kişinin mimiklerine bakılırsa iyi bir şey demekti. Aradan yıllar, yıllar ve yıllar geçti. Che'yi gerçek anlamda daha yeni yeni tanıyorum ya da tanımaya çalışıyorum. "Che" İspanyolca "hey, sen" anlamına geliyormuş. Guevara bunu herkese sık sık söylediğinden lakabı "Che" olarak kalmış. Che ne yazık ki günümüzde bir kült haline geldi. Onun resimleri şu an tişörtlerde, kupa bardaklarda, şapkalarda belki de onun hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin hizmetinde. İlgi çekmek, marjinal görünmek için kullanılıyor. Bir şeyin fetiştirilmesi, asıl ilginin kişi üzerine yoğunlaştırılması, onun yaptıklarını gölgede bırakıyor. Bunu yapan insanlara da kızamıyorum. Anamalcı bir toplumda yetişen, şekillenen insanlarız çünkü. Che'ye dönersek eğer onu Rambo kadar güçlü; Einstein kadar zeki sanıyordum. Yazdığı günlükleri okudum. O, tıpkı bizim gibi sıradan biri. Hatta astımı olduğu ve sık sık astım krizleri geçirdiği için normal bir kişiye göre dezavantajı bile var. Onu bizden ayıran en önemli özelliği " özgür bir kafası ve yüreğinin" olmasıdır. Bununla birlikte bir devrimin doğmasına, dünyanın özgür insanların da dünyası olmasına büyük katkılar sağlamış biri. Bazı araştırmacılara göre o, yeni insanın bir prototipi. Bazı düzen yanlısı kişilere göre ise o, bir katil. Katil çünkü Che'nin savunduğu "ortaklaşmacılık" bu insanların rahatını kaçıracak. Devrim olursa eğer, ellerindeki malları yoksullarla paylaşacaklar. Ömürleri boyunca hiç yapmadıkları şeyi yapacaklar. Yani çalışacaklar.
 Kitap, Che'nin Latin Amerka'nın çeşitli yerlerine yaptığı gezileri anlatıyor. Bu gezilerde Che, oradaki yoksulluğu yakından gözlemliyor. Böylece onda var olan ortaklaşmacılık fikirleri daha da pekişiyor. Bu fikirlerle harekete geçiyor. Hayatındaki en önemli olaylardan biri Fidel Castro'yla tanışması oluyor. O bölümden bir alıntı : Siyasal bir olay yaşandı. Kübalı devrimci Fidel Castro ile tanıştım. Genç, zeki biri. Kendinden çok emin ve son derece cesur. Galiba birbirimize tıpatıp benziyoruz" Castro'yla Küba Devrimi'ni gerçekleştiriyor. Burada görev alan önemli kişilerden sadece Che Kübalı değil. O, Arjantinli. Arjantini yalnızca futbol ve Messi sayesinde tanımamız ne acı. Neyse Kübanın sanayi bakanı olan Guevara, Castroyla düştükleri fikir ayrılıkları yüzünden (bu bilgi kesin değil) Bolivya'ya gidiyor. Bolivya'nın kurtuluşu için gerilla olarak görev yaparken Bolivyalı küçük bir asker tarafından öldürülüyor. Bir kitaba sığmayacak koskoca bir hayat böyle birkaç paragrafta bitti. Çok sıkıntı çeken fakat umudunu hiç yitirmeyen Che, günlüklerini daima " Göreceğiz bakalım" diye bitiriyor. Ben de şimdi bunu yapacağım ve umudumu hiçbir zaman yitirmeyeceğim. "Göreceğiz bakalım."

20 Ekim 2012 Cumartesi

GÖKTEN ÜÇ ELMA DÜŞTÜ


   Filmin ismi çok ilgi çekici. Film ya da kitap isimleri, yazı başlıkları benim için ayrı bir önem taşır. Çünkü filmi izlemeye; yazıyı, makaleyi okumaya öncelikle onun ismini değerlendirerek karar veririz. Bu isim bize çocukken okuduğumuz masalları çağrıştırıyor. Masaldan hoşlanmayan insan pek azdır sanırım. Çünkü gerçek hayatın maddesel sıkıcılığından masallarla uzaklaşırız. Kah, bir cin çıkar karşımıza ve bize: "Dile benden ne dilersen" diye soruverir. Kah, uçan bir halıyla Kaf Dağı'nın ardına gizemli bilinmeyene yolculuk yaparız. Masalların en güzel yönü, ne olursa olsun sonunun mutlu biteceğidir. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir devanası mı çıktı karşınıza? Rahat olun. Ne de olsa bu bir masal ve sonuç kahramanın lehine olacak. İnsanlar fantastizmi severler. Bu durum Harry Potter veya Yüzüklerin Efendisi gibi modern masalların doğmasına sebep olmuştur.
  Filmde üç elmayı paylaşan üç karakter yer alıyor. Biri, müşterisine aşık olan bir hayat kadını. Diğeri, askerlik geçmişi olan disiplinli, kuralcı, huysuz bir ihtiyar, üçüncüsü de, hayatını serserilik ve hırsızlıkla idame ettiren bir genç. Bu üç kişinin hayatı bir yerlerde  kesişiyor. Film özeti yapmayı sevmiyorum. İzlediğim bir filmin bazı yönlerine vurgulamalar yapabilirim sadece. Burada da vurgu yapabileceğim nokta, filmin insanların değişebileceğine olan inancımı kuvvetlendiriyor olmasıdır. Hayat kadını, ne kadar profesyonel olsa da duygularına yenik düşebiliyor. Yaşlı adam kurallarından taviz verebiliyor. Genç ise menfaati dışında iyilik yapabiliyor. Burada en ilginç olanı sürpriz finaldi bence.  Filmde gerçek torunu oynayan Deniz Gönenç Sümer, onu Teoman'ın Çoban Yıldızı klibinden tanıyoruz. Ne yazık ki filmi çektikten bir yıl sonra hastalık sebebiyle vefat etti. Yazımın sonuna gelirken gökten üç elma düşer. Biri bana, biri okuyanlara, diğeri de.... Hayır, hayır. Gökten tüm insanların ihtiyacı kadar elma düşer ve eşit şekilde pay edilir. Hepimize afiyet olsun.
   Yüzme bilmeden daha, deniz görmeden
   Hiç güneşte yanmadan şimdi ölmek istemem
   Bir kalbi sarmadan.Aşkı tatmadan daha
   Onla sarhoş olmadan, hiç sevişmeden daha
   Şimdi ölmek istemem, daha hiç gülmeden.
   Çoban yıldızı sen benle kal. Çoban yıldızı, hep benle kal.
                                                                   Teoman
 

18 Ekim 2012 Perşembe

GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur.
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

Ve gönül tanrısına der ki:
Pervam yok verdiğin elemden
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

 Cahit Sıtkı Tarancı, namı diyar Otuz Beş Yaş şairi. Onun şiirlerini kendime çok yakın buluyorum çünkü şiirlerinin çoğuna karamsar bir hava hakim. Karamsarım çünkü gerçekçiyim. Karamsarım çünkü hayalperest değilim. Fakat bu karamsarlığımın altında en ufak bir yağmurda gömüldüğü yerden derhal fışkıracak umut filizleri de yok değil içimde. Cahit Sıtkı, edebiyatçılar arasında ölüm şairi olarak tanınır. Şiirlerinin ana teması ölüm ve yalnızlıktır. Yukarıdaki şiir gibi bir ölüm korkusu sarmıştır şairi ve şiirlerini. O, biraz da İtalyan yazar Dante'den etkilenerek hayatı 35 yaş öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayırmıştır. Yani insan ömrünü 70 yıl olarak belirlemiş fakat kendisi 46 yaşında gözlerini yummuştur yaşama. Yine aynı şeyi vurgulayacağım ama toplumsal şiiri pek azdır. Fakat şiirleri üslup yani söyleyiş tarzı, kelimeleri seçmedeki ustalığı ve biçim yönünden öyle güçlüdür ki şiirden birazcık anlayan hiçbir insan onun şiirlerine burun kıvıramaz. Bana şiiri sevdiren ilk şairlerden biri olması da ayrıca Cahit Sıtkı'yı benim için oldukça değerli kılıyor. Ölüm temasını işleyişteki ustalığı, bize gerçekten ölümden korkma duygusunu hissettiriyor. Ölümü anlatması aslında yaşamı çok değerli görmesinden ileri geliyor. Bazen bir şeyi en iyi ifade yolu onun zıttını anlatmaktır. "Senden nefret ediyorum" sözcüğünün altına hemen herkes "seni seviyorum"um yattığını bilir sanırım. Cahit Sıtkı da ölümü anlatarak aslında yaşamı anlatıyor bence.

        DESEM Kİ

Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini, 
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.

Öğrencilerime bu şiiri okuduktan sonra "Abbas onun nesidir?" dedim. "Kankasıdır" dediler. İnsanın Abbas gibi dostları olmalı.
           

           ABBAS

Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

Bu şiirinde, Cahit'in de toplumun sınıflara bölünmesinden rahatsız olduğu görülüyor.

MEMLEKET İSTERİM

Memleket isterim 
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; 
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. 

Memleket isterim 
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun; 
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. 

Memleket isterim 
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; 
Kış günü herkesin evi barkı olsun. 

Memleket isterim 
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; 
Olursa bir şikayet ölümden olsun.

Şiirle kalın ve hayatı , bize doğa tarafından sunulan en değerli şeyi  yaşamı uçurmayın , kaçırmayın.

UÇTU UÇTU
Uçtu uçtu leylek uçtu,
Uçtu uçtu masa uçtu,
Uçtu uçtu Semahat uçtu,
Uçtu uçtu .......
Ne uçtu sanırsınız çocuklar?
Uçtu uçtu gençliğim uçtu.

13 Ekim 2012 Cumartesi

GÜL İLE BÜLBÜL VE YAHUT AŞIK İLE MAŞUK


 Bugün kendimi tam 11 yıl geriye götürdüm. Üniversitedeyim. Eski Türk Edebiyatı dersi sınavında. Soru kısmında şunlar yazılı.

    Bülbüller öter, güller açar şad gönül yok.
    Hiç görmemişiz böyleliğin fasl-ı baharın (Ş. Yahya)

Yukarıdaki beyiti açıklayınız diyor. Başlıyoruz yazmaya. Ek Kağıtlar, ek kağıtlar... İki tane dizecik ama anlat anlat bitmiyor ifade ettikleri. Bir ara o kadar içime işlemişti ki Divan Edebiyatı, birkaç tane beyit bile yazmıştım. Ama şimdi hatırlamıyorum ne ya da nerde olduklarını.
  Konumuz anlaşıldı sanırım: Divan Edebiyatı. Diğer adıyla Yüksek Zümre Edebiyatı. Çünkü buradaki eserler toplumun sadece elit kesimine hitap etmektedir. Daha önceki bir yazımda bilim sanat ve felsefenin toplumun sadece ayrıcalıklı bir kesimin tekelinde olduğunu söylemiştim. Bu da bu sözlerimi destekliyor. Yüksek Zümre Edebiyatı'nın temel konusu aşktır. Şair aşık olsun ya da olmasın bu konuyu işlemek zorundadır. Divan Edebiyatı katı kuralları ve disiplini olan bir edebiyattır. İslamiyetin etkisiyle Arap ve Fars kültüründen etkilenmeye başlıyoruz. Bu edebiyatla da böylece tanışıyoruz. Bu edebiyatta konu: Aşık (seven,bülbül), maşuk (sevgili,gül) ve rakip arasında gelişir. Sevgili güzelliği ve kaprisiyle aşığa devamlı hükmeder. Eziyet etmek, cefa çektirmek, nazlı ve ilgisiz davranmak sevgilinin başlıca özellikleridir. Aşık ise her şeye rağmen sevmekten vazgeçmeyen, sevgilinin tüm eziyetlerine seve seve katlanan onun kulu, kölesi durumundadır. Aşık aşk derdiyle yatan bir hasta; sevgili ise dermanı elinde bulunduran bir tabiptir. Aşığın en korktuğu şey sevgilinin ona eziyet etmesinden vazgeçmesidir. Çünkü bu durum, sevgilinin aşıktan yüz çevirmesi ve bütün ümitlerin tükenmesi anlamındadır. Asla bir vuslat söz konusu değildir. Kavuşma olmadığı için de aşk daha da yücelir bu edebiyatta. Divan Edebiyatı'nda sevgili tipi hiç değişmez. Sevgili selvi boylu, ince belli, siyah uzun saçlı ,siyah gözlü ve benlidir. Sarışın ya da kumral bir sevgili tipi yoktur. Kılıç gibi keskin bakışlar şu şekilde tasvir edilir. Kaşlar yay, kirpikler oktur. Yaydan atılan ok, sevenin tam kalbine isabet eder her defasında. Divan şiirinde toplumsal konular işlenmez. İslamiyet'in etkilediği bu edebiyat şairlerinin birçoğu ilahi aşkı işlemiştir. Ancak Divan Edebiyatı'nın en büyük şairi kabul edilen Fuzuli, bunlardan farklıdır. Fuzuli eserlerinde beşeri aşkı işlemiştir. Bu edebiyatın en önemli nazım birimi beyittir.

fuzuli'den
Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.
                   ...
Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne niza eyleyelim ol ne senindir ne benim
                    ...
Zülfüne kalsa perişan eylemezdi dilber
Onu da tahrik eden badı sabadır. ( Badı saba:Sabah rüzgarı)
                    ...
Gülün güzelliğini bülbülden başka kim bilir
Benim ab-ı hayatım senin bitmez sevgindir.  (ab-ı hayat:ölümsüzlük suyu)

Baki'den
Vaslın dilersi çün dedin lutf edeyin
Yarın dedin,bir gün dedin,ferdalara saldın beni

Nabi'den
Bende yok sabrı sükun, sende vefadan zerre
İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre.

 Şiirlerin toplumsal yanı yok dedik. Edebiyatta yıllardır süre gelen bir tartışma "sanat sanat içindir" mi, yoksa "sanat toplum için midir?" tartışması. Hala yanıtlanamadı. Eskiden sanat sanat içindir, görüşünü benimsiyordum. Yani sanat sadece aşktan, bahardan, çiçeklerden bahsetsin. Bu şiirleri de yalnızca entelektüel insanlar anlasın, diyordum. Ama hayır, sanat toplum için yapılmalı. İnsanların çektiği sıkıntılar, yaşanan adaletsizlikler, iktidarın kusurları, sistemin eşitsizlikleri edebiyatta da, diğer sanat dallarında da yer almalı. Belki bizi güzel hülyalara sürüklemeyecek ama iyi bir şey yapmış olacak.


11 Ekim 2012 Perşembe

KARACAOĞLAN ŞİİRLERİ

karacaoğliş 300x218 Karacaoğlan Kimdir ? Karacaoğlan hayatı, Karacaoğlan eserleri17.yy'da Çukurova yöresinde yaşamış olan Karacaoğlan Aşık Edebiyatı'na birçok yenilikler getirmiştir. Şiirlerinde insana dönüklüğün yanında asıl belirgin tema aşk ve doğadır. Ona göre kişi yaşadığı sürece yaşamdan zevk almalı ve gönlünü eğlendirmelidir. Osmanlı Devleti'nin karışmaya henüz yeni yeni başladığı zamanlarda yaşamış olan ozanı ben biraz da Ağustos Böceği ile Karınca fabl'nın Ağustos Böceği'ne benzetiyorum. Ülkesinin iç isyanlarla ve savaşlarla can çekiştiği bir dönemde Karacaoğlan, nerde pınar başında bir dilber görse ona aşık olup, methiyeler düzüyor. Bu kadar güçlü bir kalemi olan şairin toplumsal tek bir şiiri bile yok. Belki korkuyordur diyeceğim ama sevdiği kızların babalarından, ağabeylerinden korkmuyor. O halde, bu dönemden yüz yıl sonra hasta adam diye tabir edilecek bir devletin padişahından da korkmamıştır herhalde. Belkide siyaseti sevmiyordur. Keyif adamı işte. Neyse şiirlerine dönersek ilk kez onun şiirlerinde sevgililerin adları söylenir. Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü... Gönlü bir kişiyle yetinmez Karacaoğlan'ın. Her çiçekten bal alan bir arı gibidir o. Erotizm şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır. Çağdaşlarından farklı olarak somut bir aşktır onunki. Kanlı canlı sevgiliyi cinsellik motifleriyle daha da belirginleştirir. Onun kadına ve sevgiliye bakış açısı Aşık Edebiyatı için büyük bir yeniliktir. Din temaları şiirlerinde oldukça az yer alır. Bugüne kadar bilinen 500 şiiri vardır.
  Şimdi size onun en sevdiğim şiirlerinden örnekler vereceğim.
 Bu şiirin hikayesi şöyle: Bizim Ağustos Böceği yine bir güzele tutulur. Fakat kız onu esmer diye beğenmez. Karacaoğlan da alır sazı eline döktürür bu şiiri.
Bana Kara Diyen Dilber

Bana 'kara' diyen dilber
Gözlerin kara değil mi
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi

Boyun uzun belin ince
Yanakların olmuş konca
Salıverirsin kolunca
Beliğin ince değil mi

Utanırım akar terim
Güzellikte yok benzerin
En sevgili makbul yerin
Saçların kara değil mi

Beni 'kara' diye yerme
Mevlam yaratmış hor görme
Ala göze siyah sürme
Çekilir kara değil mi

Hind'den Yemen'den çekilir
Gelir Bağdad'a dökülür
Türlü taama ekilir
Biber de kara değil mi

Göllere konan kuğunun
Kanadı beyaz çoğunun
Çöldeki Arap beyinin
Çadırı kara değil mi

İller de konup göçerler
Lale sümbül biçerler
Ağalar beyler içerler
Kahve de kara değil mi

Evlerinde sular akar
Güzelleri göze bakar
Hublar yanağına sokar
Sümbül de kara değil mi

Karac'oğlan der maşallah
Bir gün görürüm inşallah
Kara donludur Beytullah
Örtüsü kara değil mi

Bir Kız Bana Emmi Dedi

Değirmenden gelirim beygirim yüklü
Şu kızı görenin del olur aklı
On beş yaşında kırk beş belikli
Bir kız bana emmi dedi neyleyim

Bizim ilde üzüm olur alc olur
Sızılaşır bozkurtları aç olur
Bir yiğide emmi demek güç olur
Bir kız bana emmi dedi neyleyim

Birem birem toplayayım odunu
Bilem dedim bilemedim adını
Elbistan yanaklı Kürdler kadını
Bir kız bana emmi dedi neyleyim

Karacoğlan der ki noldum nolayım
Akar sularınan bende geleyim
Sakal seni makkabınan yolayım
Bir kız bana emmi dedi neyleyim

Bir Ayrılık Bir Yoksulluk

Vara vara vardım ol kara taşa
Hasret ettin beni kavim kardaşa
Sebep ne gözden akan kanlı yaşa
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

Karacoğlan der ki kondum göçülmez
Acıdır ecel şerbeti içilmez
Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm



Güzel Ne Güzel Olmuşsun

Güzel ne güzel olmuşsun
Görülmeyi görülmeyi
Siyah zülfün halkalanmış
Örülmeyi örülmeyi

Mendilim yudum arıttım
Gülün dalında kuruttum
Adın ne idi unuttum
Sorulmayı sorulmayı

Seğirttim ardından yettim
Eğildim yüzünden öptüm
Adın bilirdim unuttum
Çağırmayı çağırmayı

Benim yarim bana küsmüş
Zülfünü gerdana dökmüş
Muhabbeti benden kesmiş
Sevilmeyi sevilmeyi

Çağır Karac'oğlan çağır
Taş düştüğü yerde ağır
Yiğit sevdiğinden soğur
Sarılmayı sarılmayı

Bu da onun umutsuzluğa kapılmamayı anlatan şiirlerinden birisi.
Koyun Meler Kuzu Meler

Koyun meler kuzu meler
Sular hendeğine dolar
Ağlayanlar bir gün güler
Gamlanma gönül gamlanma

Yiğit yiğide yâd olmaz
İyilerde ham süt olmaz
Bin kaygı bir borç ödemez
Gamlanma gönül gamlanma

Yiğit yiğidin yoldaşı
At yiğidin öz kardaşı
Sağlıktır cümlenin başı
Gamlanma gönül gamlanma

Yiğit yiğide yâr olur
Kötülerde ham süt olur
Kara gün ömrü az olur
Gamlanma gönül gamlanma

Nâçar Karac'oğlan nâçar
Pençe vurup göğsün açar
Kara gündür gelir geçer
Gamlanma gönül gamlanma

İşte Karacaoğlan'ın erotik diye tabir ettikleri şiirlerden biri. Aslında çok da cinsel bir içeriği yok bence.

Sevdiğim Dilber 2

Ala gözlerini sevdiğim dilber
Göster cemalini görmeğe geldim
Şeftalini derde derman dediler
Gerçek mi sevdiğim sormaya geldim

Gündüz hayallerim gece düşlerim
Uyandıkça ağlamaya başlarım
Sevdiğim üstünde uçan kuşların
Tutup kanatların kırmaya geldim

Senin aşkların gülmez dediler
Ağlayıp yaşını silmez dediler
Seni bir kez saran ölmez dediler
Gerçek mi efendim sormaya geldim

Senin işin yiyip içmek dediler
Yaran ile konup göçmek dediler
Göğsün cennet koynun uçmak dediler
Hak nasip ederse görmeye geldim

Mail oldum senin ince beline
Canım kurban olsun tatlı diline
Aşık olup senin hüsnün bağına
Kırmızı güllerin dermeye geldim

Karac(a) oglan der ki işin doğrusu
Gökte melek yerde huma yavrusu
Söyleyim ben sana sözün doğrusu
Soyunup koynuna girmeğe geldim

Toplumsal tek bir şiiri yok dedik ama birkaç tane varmış demek ki. Aslında benim demek istediğim. Baştakileri eleştiren, şiirlerinin insanları düzene karşı uyaran bir yönü yok anlamındadır.

Nemçe Kralı
Hazır ol vaktinde Nemçe kralı
Yer götürmez asker ile geliyor
Patriklerin inmiş tahttan diyorlar
Bir halife kalmış o da geliyor

Yetmiş bin var siyah postal giyecek
Seksen bin var Allah Allah diyecek
Doksan bin var tatlı cana kıyacak
Yüz bini de Tatar Han’dan geliyor

Gelen Ahmet Paşa’m kendidir kendi
Altmış bin dal-kılıç küsuru cündi
Kaçma kafir kaçma ölümün şimdi
Hacı Bektaş Veli kalkmış geliyor

Şevketli efendim Sultanım vezir
Altmış bin kılıçla yanında hazır
Deryalar üstünde boz atlı Hızır
Benli Boz’a binmiş o da geliyor

Karac’oğlan der ki burda durulmaz
Güleç yüze, tatlı söze doyulmaz
Gökteki yıldızdan çoktur sayılmaz
Yedi iklim dört köşeden geliyor

Ne yaptın Karacaoğlan, 11 yaşında da sevgili mi olur?

On Birinde Bir Yar Sevdim

On birinde bir yar sevdim
Yeni açmıs güle benzer
On ikide şeker şerbet
Oğul vermiş bala benzer

On üçünde gözün süzer
Zülüfün gerdana düzer
Kargı kamış gibi uzar
Boyu servi dala benzer

On dördünde pek derbeder
Dostun ikrarını güder
Nere çekersen ora gider
Boynu toklu kula benzer

On beşinde yaşar yaşın
Her örnekten bağlar başın
Tenhalarda arar eşin
Tez alışkın tele benzer

On altıda kurt bilekli
Yüreği Hakka dilekli
Sağrısı yesil örekli
Esen poyraz yele benzer

On yedide delidolu
Hiç bilmez gittiği yolu
Hasbahçenin gonca gülü
Kız turnada tele benzer

On sekizde geçer gücü
Kız oğlana bulur suçu
Gelinin ibrişim sacı
Kızın altın tele benzer

On dokuzda olur hasta
Zülüfleri deste deste
Gelin şeker şerbet tasta
Kız petekte bala benzer

Naçar Karac(a) oğlan naçar
Aşkın kitabını açar
Yiğirmide vakti geçer
Geçmez akça pula benzer


  Son olarak bilmeyenler için Karacaoğlan'ın tüm şiirlerinde son kıtadaki isminin neden Karac'oğlan şeklinde yazıldığını anlatacağım. Şiirlerini hece ölçüsüyle ( Bütün dizelerdeki hece sayılarının eşit sayıda olmasına dayanan şiir ölçüsü) yazdığı için bu şekildedir. Yaşadığı çağda belki hiçbir yerde eşitliği bulamayan Karacaoğlan bunu şiirlerindeki dize sayılarıyla da olsa sağlamış.