29 Ekim 2012 Pazartesi

DÖNÜŞ, BABALIK EFSANESİ


 Bu, benim ilk Rus filmim. Aslında Sovyet filmi izlemek istiyordum çünkü 70 yıl Sosyalist yönetimle yaşayan bir ülkeyi yani Sovyet Rusya'yı merak ediyorum. Siyasi bir film izlemek istiyordum fakat seçenekler arasında yoktu. Ben de bu filmi seçtim. İlk fırsatta bir Sovyet filmi de izleyeceğim. Sosyalizm izleyeceğim filmin kenarından köşesinden bir yerlerinden  karşıma çıkarsa eğer, bu fikirleri sizinle paylaşacağım. Yine de bir film, kitap, şiir bana yazı yazma ilhamını veriyorsa bence değerlidir. Öncelikle, bu filmde oyuncular orijinal sesleriyle Rusça konuşmasalardı ve filmin başlangıç ve bitiş yazıları Rusya'nın kullandığı Kiril alfabesiyle yazılmış olmasaydı, "bu bir Türk filmidir." derdim. Bilemiyorum buradaki baba karakteri oradaki en kötü örnek midir? Fakat şunu biliyorum ki bizim toplumumuzda ortalama bütün babalar bu filmdeki baba karakterine yakın bir görünüm sergiliyorlar. En azından benim tanıdığım bütün babalar öyle. Fakat az da olsa iyi örnekler yok değil. Ama sayıları oldukça az.
 Babalıktan bahsetmeden önce aileden bahsetmek gerekir ki bu da oldukça kapsamlı bir konu. Aile neden vardır? İnsanlık tarihini beş döneme ayırırsak eğer (İlkel kominal toplum, köle, feodal, kapitalist ve son olarak kaçınılmaz olarak Komünist toplum)  Feodal toplumda aile mirasın korunması için vardır. Kapitalist toplumda ise aile, bireylerini egemen güçlere karşı baş kaldırmayan kişiler olarak yetiştirmek için vardır. Komünist toplumda bu kuruma ne olacak ya da bu kurum nasıl bir hal alacak ? Bunu yaşayıp görmek gerekir. Tabii ki ömrümüz yeterse. Sonuçta bu toplumda yaşıyoruz elbette aile kuracağız. Ancak bu ailenin en önemli bireylerinden biri olan baba rolündeki kişilerin ailenin diğer bireylerine karşı çok dikkatli davranması gerekir. Aile de küçük bir devlettir aslında. Devlet faşist, zorba, baskıcı ve sömürücü olduğunda bu devletin içindeki halk nasıl mutsuz oluyorsa; ailenin başındaki birey (bu çoğu zaman babadır) sömürücü, diktatör olduğunda aile içindeki bireyler de mutsuz olurlar.
 Dönüş filmindeki babayı, çocukları yalnızca fotoğraflarından tanıyorlar. Yıllar sonra eve dönen baba, çocuklarıyla bir geziye çıkıyor. Çocuklar, hayallerinde yaşattıkları babayla gerçek babaları arasında uçurum olduğunu görüyorlar. Bir arkadaşım bana babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve buna hiç üzülmediğini söylemişti. İnsanın içinden olmaz olsun öyle babalık diyesi geliyor. Söylediğim gibi güzel örnekler de yok değil. Fakat neden bizim toplumumuzda babalar ve çocuklar arasında hep bir mesafe vardır? Neden annelere her şey anlatılır da en son babalar duyar? Sanırım babalar evin ekonomik gücünü elde tuttuğundan kendilerine ayrı bir önem verilmesini, saygı duyulmasını istiyorlar. Baba eve gelince evin o şangırtılı şungurtulu doğal sesi minimum düzeye iner. Tv kumandası babanın önüne itilir. Bütün ev sakinleri uslu çocuk rolünü oynarlar. Baba evden gidince herkes içinden bir "oh" çeker. Babalar keşke bu saygıyı korku imparatorluğu yaratarak değil de sevgiyle kazansalar. Bunu yapamayacak olanlar da bir zahmet baba olmasınlar. Çünkü sömürü düzeni nerde olursa olsun kötüdür. Hele aile kurumu gibi bireylerin şekillenip topluma karışacağı bir kurumda sömürücü insanlar yetiştirmemek adına çok çok daha önemlidir.

26 Ekim 2012 Cuma

CHE, TEKRAR YOLLARDA



 Onu ilk defa bir tişörtün üstünde gördüm. Yanımdaki kişiye tişörtteki adamın kim olduğunu sorduğumda bana "devrimci" diye yanıt verdi. Devrimci ne demekti ? Sorduğum kişinin mimiklerine bakılırsa iyi bir şey demekti. Aradan yıllar, yıllar ve yıllar geçti. Che'yi gerçek anlamda daha yeni yeni tanıyorum ya da tanımaya çalışıyorum. "Che" İspanyolca "hey, sen" anlamına geliyormuş. Guevara bunu herkese sık sık söylediğinden lakabı "Che" olarak kalmış. Che ne yazık ki günümüzde bir kült haline geldi. Onun resimleri şu an tişörtlerde, kupa bardaklarda, şapkalarda belki de onun hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin hizmetinde. İlgi çekmek, marjinal görünmek için kullanılıyor. Bir şeyin fetiştirilmesi, asıl ilginin kişi üzerine yoğunlaştırılması, onun yaptıklarını gölgede bırakıyor. Bunu yapan insanlara da kızamıyorum. Anamalcı bir toplumda yetişen, şekillenen insanlarız çünkü. Che'ye dönersek eğer onu Rambo kadar güçlü; Einstein kadar zeki sanıyordum. Yazdığı günlükleri okudum. O, tıpkı bizim gibi sıradan biri. Hatta astımı olduğu ve sık sık astım krizleri geçirdiği için normal bir kişiye göre dezavantajı bile var. Onu bizden ayıran en önemli özelliği " özgür bir kafası ve yüreğinin" olmasıdır. Bununla birlikte bir devrimin doğmasına, dünyanın özgür insanların da dünyası olmasına büyük katkılar sağlamış biri. Bazı araştırmacılara göre o, yeni insanın bir prototipi. Bazı düzen yanlısı kişilere göre ise o, bir katil. Katil çünkü Che'nin savunduğu "ortaklaşmacılık" bu insanların rahatını kaçıracak. Devrim olursa eğer, ellerindeki malları yoksullarla paylaşacaklar. Ömürleri boyunca hiç yapmadıkları şeyi yapacaklar. Yani çalışacaklar.
 Kitap, Che'nin Latin Amerka'nın çeşitli yerlerine yaptığı gezileri anlatıyor. Bu gezilerde Che, oradaki yoksulluğu yakından gözlemliyor. Böylece onda var olan ortaklaşmacılık fikirleri daha da pekişiyor. Bu fikirlerle harekete geçiyor. Hayatındaki en önemli olaylardan biri Fidel Castro'yla tanışması oluyor. O bölümden bir alıntı : Siyasal bir olay yaşandı. Kübalı devrimci Fidel Castro ile tanıştım. Genç, zeki biri. Kendinden çok emin ve son derece cesur. Galiba birbirimize tıpatıp benziyoruz" Castro'yla Küba Devrimi'ni gerçekleştiriyor. Burada görev alan önemli kişilerden sadece Che Kübalı değil. O, Arjantinli. Arjantini yalnızca futbol ve Messi sayesinde tanımamız ne acı. Neyse Kübanın sanayi bakanı olan Guevara, Castroyla düştükleri fikir ayrılıkları yüzünden (bu bilgi kesin değil) Bolivya'ya gidiyor. Bolivya'nın kurtuluşu için gerilla olarak görev yaparken Bolivyalı küçük bir asker tarafından öldürülüyor. Bir kitaba sığmayacak koskoca bir hayat böyle birkaç paragrafta bitti. Çok sıkıntı çeken fakat umudunu hiç yitirmeyen Che, günlüklerini daima " Göreceğiz bakalım" diye bitiriyor. Ben de şimdi bunu yapacağım ve umudumu hiçbir zaman yitirmeyeceğim. "Göreceğiz bakalım."

20 Ekim 2012 Cumartesi

GÖKTEN ÜÇ ELMA DÜŞTÜ


   Filmin ismi çok ilgi çekici. Film ya da kitap isimleri, yazı başlıkları benim için ayrı bir önem taşır. Çünkü filmi izlemeye; yazıyı, makaleyi okumaya öncelikle onun ismini değerlendirerek karar veririz. Bu isim bize çocukken okuduğumuz masalları çağrıştırıyor. Masaldan hoşlanmayan insan pek azdır sanırım. Çünkü gerçek hayatın maddesel sıkıcılığından masallarla uzaklaşırız. Kah, bir cin çıkar karşımıza ve bize: "Dile benden ne dilersen" diye soruverir. Kah, uçan bir halıyla Kaf Dağı'nın ardına gizemli bilinmeyene yolculuk yaparız. Masalların en güzel yönü, ne olursa olsun sonunun mutlu biteceğidir. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir devanası mı çıktı karşınıza? Rahat olun. Ne de olsa bu bir masal ve sonuç kahramanın lehine olacak. İnsanlar fantastizmi severler. Bu durum Harry Potter veya Yüzüklerin Efendisi gibi modern masalların doğmasına sebep olmuştur.
  Filmde üç elmayı paylaşan üç karakter yer alıyor. Biri, müşterisine aşık olan bir hayat kadını. Diğeri, askerlik geçmişi olan disiplinli, kuralcı, huysuz bir ihtiyar, üçüncüsü de, hayatını serserilik ve hırsızlıkla idame ettiren bir genç. Bu üç kişinin hayatı bir yerlerde  kesişiyor. Film özeti yapmayı sevmiyorum. İzlediğim bir filmin bazı yönlerine vurgulamalar yapabilirim sadece. Burada da vurgu yapabileceğim nokta, filmin insanların değişebileceğine olan inancımı kuvvetlendiriyor olmasıdır. Hayat kadını, ne kadar profesyonel olsa da duygularına yenik düşebiliyor. Yaşlı adam kurallarından taviz verebiliyor. Genç ise menfaati dışında iyilik yapabiliyor. Burada en ilginç olanı sürpriz finaldi bence.  Filmde gerçek torunu oynayan Deniz Gönenç Sümer, onu Teoman'ın Çoban Yıldızı klibinden tanıyoruz. Ne yazık ki filmi çektikten bir yıl sonra hastalık sebebiyle vefat etti. Yazımın sonuna gelirken gökten üç elma düşer. Biri bana, biri okuyanlara, diğeri de.... Hayır, hayır. Gökten tüm insanların ihtiyacı kadar elma düşer ve eşit şekilde pay edilir. Hepimize afiyet olsun.
   Yüzme bilmeden daha, deniz görmeden
   Hiç güneşte yanmadan şimdi ölmek istemem
   Bir kalbi sarmadan.Aşkı tatmadan daha
   Onla sarhoş olmadan, hiç sevişmeden daha
   Şimdi ölmek istemem, daha hiç gülmeden.
   Çoban yıldızı sen benle kal. Çoban yıldızı, hep benle kal.
                                                                   Teoman
 

18 Ekim 2012 Perşembe

GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur.
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

Ve gönül tanrısına der ki:
Pervam yok verdiğin elemden
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

 Cahit Sıtkı Tarancı, namı diyar Otuz Beş Yaş şairi. Onun şiirlerini kendime çok yakın buluyorum çünkü şiirlerinin çoğuna karamsar bir hava hakim. Karamsarım çünkü gerçekçiyim. Karamsarım çünkü hayalperest değilim. Fakat bu karamsarlığımın altında en ufak bir yağmurda gömüldüğü yerden derhal fışkıracak umut filizleri de yok değil içimde. Cahit Sıtkı, edebiyatçılar arasında ölüm şairi olarak tanınır. Şiirlerinin ana teması ölüm ve yalnızlıktır. Yukarıdaki şiir gibi bir ölüm korkusu sarmıştır şairi ve şiirlerini. O, biraz da İtalyan yazar Dante'den etkilenerek hayatı 35 yaş öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayırmıştır. Yani insan ömrünü 70 yıl olarak belirlemiş fakat kendisi 46 yaşında gözlerini yummuştur yaşama. Yine aynı şeyi vurgulayacağım ama toplumsal şiiri pek azdır. Fakat şiirleri üslup yani söyleyiş tarzı, kelimeleri seçmedeki ustalığı ve biçim yönünden öyle güçlüdür ki şiirden birazcık anlayan hiçbir insan onun şiirlerine burun kıvıramaz. Bana şiiri sevdiren ilk şairlerden biri olması da ayrıca Cahit Sıtkı'yı benim için oldukça değerli kılıyor. Ölüm temasını işleyişteki ustalığı, bize gerçekten ölümden korkma duygusunu hissettiriyor. Ölümü anlatması aslında yaşamı çok değerli görmesinden ileri geliyor. Bazen bir şeyi en iyi ifade yolu onun zıttını anlatmaktır. "Senden nefret ediyorum" sözcüğünün altına hemen herkes "seni seviyorum"um yattığını bilir sanırım. Cahit Sıtkı da ölümü anlatarak aslında yaşamı anlatıyor bence.

        DESEM Kİ

Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini, 
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.

Öğrencilerime bu şiiri okuduktan sonra "Abbas onun nesidir?" dedim. "Kankasıdır" dediler. İnsanın Abbas gibi dostları olmalı.
           

           ABBAS

Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

Bu şiirinde, Cahit'in de toplumun sınıflara bölünmesinden rahatsız olduğu görülüyor.

MEMLEKET İSTERİM

Memleket isterim 
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; 
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. 

Memleket isterim 
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun; 
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. 

Memleket isterim 
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; 
Kış günü herkesin evi barkı olsun. 

Memleket isterim 
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; 
Olursa bir şikayet ölümden olsun.

Şiirle kalın ve hayatı , bize doğa tarafından sunulan en değerli şeyi  yaşamı uçurmayın , kaçırmayın.

UÇTU UÇTU
Uçtu uçtu leylek uçtu,
Uçtu uçtu masa uçtu,
Uçtu uçtu Semahat uçtu,
Uçtu uçtu .......
Ne uçtu sanırsınız çocuklar?
Uçtu uçtu gençliğim uçtu.

13 Ekim 2012 Cumartesi

GÜL İLE BÜLBÜL VE YAHUT AŞIK İLE MAŞUK


 Bugün kendimi tam 11 yıl geriye götürdüm. Üniversitedeyim. Eski Türk Edebiyatı dersi sınavında. Soru kısmında şunlar yazılı.

    Bülbüller öter, güller açar şad gönül yok.
    Hiç görmemişiz böyleliğin fasl-ı baharın (Ş. Yahya)

Yukarıdaki beyiti açıklayınız diyor. Başlıyoruz yazmaya. Ek Kağıtlar, ek kağıtlar... İki tane dizecik ama anlat anlat bitmiyor ifade ettikleri. Bir ara o kadar içime işlemişti ki Divan Edebiyatı, birkaç tane beyit bile yazmıştım. Ama şimdi hatırlamıyorum ne ya da nerde olduklarını.
  Konumuz anlaşıldı sanırım: Divan Edebiyatı. Diğer adıyla Yüksek Zümre Edebiyatı. Çünkü buradaki eserler toplumun sadece elit kesimine hitap etmektedir. Daha önceki bir yazımda bilim sanat ve felsefenin toplumun sadece ayrıcalıklı bir kesimin tekelinde olduğunu söylemiştim. Bu da bu sözlerimi destekliyor. Yüksek Zümre Edebiyatı'nın temel konusu aşktır. Şair aşık olsun ya da olmasın bu konuyu işlemek zorundadır. Divan Edebiyatı katı kuralları ve disiplini olan bir edebiyattır. İslamiyetin etkisiyle Arap ve Fars kültüründen etkilenmeye başlıyoruz. Bu edebiyatla da böylece tanışıyoruz. Bu edebiyatta konu: Aşık (seven,bülbül), maşuk (sevgili,gül) ve rakip arasında gelişir. Sevgili güzelliği ve kaprisiyle aşığa devamlı hükmeder. Eziyet etmek, cefa çektirmek, nazlı ve ilgisiz davranmak sevgilinin başlıca özellikleridir. Aşık ise her şeye rağmen sevmekten vazgeçmeyen, sevgilinin tüm eziyetlerine seve seve katlanan onun kulu, kölesi durumundadır. Aşık aşk derdiyle yatan bir hasta; sevgili ise dermanı elinde bulunduran bir tabiptir. Aşığın en korktuğu şey sevgilinin ona eziyet etmesinden vazgeçmesidir. Çünkü bu durum, sevgilinin aşıktan yüz çevirmesi ve bütün ümitlerin tükenmesi anlamındadır. Asla bir vuslat söz konusu değildir. Kavuşma olmadığı için de aşk daha da yücelir bu edebiyatta. Divan Edebiyatı'nda sevgili tipi hiç değişmez. Sevgili selvi boylu, ince belli, siyah uzun saçlı ,siyah gözlü ve benlidir. Sarışın ya da kumral bir sevgili tipi yoktur. Kılıç gibi keskin bakışlar şu şekilde tasvir edilir. Kaşlar yay, kirpikler oktur. Yaydan atılan ok, sevenin tam kalbine isabet eder her defasında. Divan şiirinde toplumsal konular işlenmez. İslamiyet'in etkilediği bu edebiyat şairlerinin birçoğu ilahi aşkı işlemiştir. Ancak Divan Edebiyatı'nın en büyük şairi kabul edilen Fuzuli, bunlardan farklıdır. Fuzuli eserlerinde beşeri aşkı işlemiştir. Bu edebiyatın en önemli nazım birimi beyittir.

fuzuli'den
Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.
                   ...
Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne niza eyleyelim ol ne senindir ne benim
                    ...
Zülfüne kalsa perişan eylemezdi dilber
Onu da tahrik eden badı sabadır. ( Badı saba:Sabah rüzgarı)
                    ...
Gülün güzelliğini bülbülden başka kim bilir
Benim ab-ı hayatım senin bitmez sevgindir.  (ab-ı hayat:ölümsüzlük suyu)

Baki'den
Vaslın dilersi çün dedin lutf edeyin
Yarın dedin,bir gün dedin,ferdalara saldın beni

Nabi'den
Bende yok sabrı sükun, sende vefadan zerre
İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre.

 Şiirlerin toplumsal yanı yok dedik. Edebiyatta yıllardır süre gelen bir tartışma "sanat sanat içindir" mi, yoksa "sanat toplum için midir?" tartışması. Hala yanıtlanamadı. Eskiden sanat sanat içindir, görüşünü benimsiyordum. Yani sanat sadece aşktan, bahardan, çiçeklerden bahsetsin. Bu şiirleri de yalnızca entelektüel insanlar anlasın, diyordum. Ama hayır, sanat toplum için yapılmalı. İnsanların çektiği sıkıntılar, yaşanan adaletsizlikler, iktidarın kusurları, sistemin eşitsizlikleri edebiyatta da, diğer sanat dallarında da yer almalı. Belki bizi güzel hülyalara sürüklemeyecek ama iyi bir şey yapmış olacak.


11 Ekim 2012 Perşembe

KARACAOĞLAN ŞİİRLERİ

karacaoğliş 300x218 Karacaoğlan Kimdir ? Karacaoğlan hayatı, Karacaoğlan eserleri17.yy'da Çukurova yöresinde yaşamış olan Karacaoğlan Aşık Edebiyatı'na birçok yenilikler getirmiştir. Şiirlerinde insana dönüklüğün yanında asıl belirgin tema aşk ve doğadır. Ona göre kişi yaşadığı sürece yaşamdan zevk almalı ve gönlünü eğlendirmelidir. Osmanlı Devleti'nin karışmaya henüz yeni yeni başladığı zamanlarda yaşamış olan ozanı ben biraz da Ağustos Böceği ile Karınca fabl'nın Ağustos Böceği'ne benzetiyorum. Ülkesinin iç isyanlarla ve savaşlarla can çekiştiği bir dönemde Karacaoğlan, nerde pınar başında bir dilber görse ona aşık olup, methiyeler düzüyor. Bu kadar güçlü bir kalemi olan şairin toplumsal tek bir şiiri bile yok. Belki korkuyordur diyeceğim ama sevdiği kızların babalarından, ağabeylerinden korkmuyor. O halde, bu dönemden yüz yıl sonra hasta adam diye tabir edilecek bir devletin padişahından da korkmamıştır herhalde. Belkide siyaseti sevmiyordur. Keyif adamı işte. Neyse şiirlerine dönersek ilk kez onun şiirlerinde sevgililerin adları söylenir. Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü... Gönlü bir kişiyle yetinmez Karacaoğlan'ın. Her çiçekten bal alan bir arı gibidir o. Erotizm şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır. Çağdaşlarından farklı olarak somut bir aşktır onunki. Kanlı canlı sevgiliyi cinsellik motifleriyle daha da belirginleştirir. Onun kadına ve sevgiliye bakış açısı Aşık Edebiyatı için büyük bir yeniliktir. Din temaları şiirlerinde oldukça az yer alır. Bugüne kadar bilinen 500 şiiri vardır.
  Şimdi size onun en sevdiğim şiirlerinden örnekler vereceğim.
 Bu şiirin hikayesi şöyle: Bizim Ağustos Böceği yine bir güzele tutulur. Fakat kız onu esmer diye beğenmez. Karacaoğlan da alır sazı eline döktürür bu şiiri.
Bana Kara Diyen Dilber

Bana 'kara' diyen dilber
Gözlerin kara değil mi
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi

Boyun uzun belin ince
Yanakların olmuş konca
Salıverirsin kolunca
Beliğin ince değil mi

Utanırım akar terim
Güzellikte yok benzerin
En sevgili makbul yerin
Saçların kara değil mi

Beni 'kara' diye yerme
Mevlam yaratmış hor görme
Ala göze siyah sürme
Çekilir kara değil mi

Hind'den Yemen'den çekilir
Gelir Bağdad'a dökülür
Türlü taama ekilir
Biber de kara değil mi

Göllere konan kuğunun
Kanadı beyaz çoğunun
Çöldeki Arap beyinin
Çadırı kara değil mi

İller de konup göçerler
Lale sümbül biçerler
Ağalar beyler içerler
Kahve de kara değil mi

Evlerinde sular akar
Güzelleri göze bakar
Hublar yanağına sokar
Sümbül de kara değil mi

Karac'oğlan der maşallah
Bir gün görürüm inşallah
Kara donludur Beytullah
Örtüsü kara değil mi

Bir Kız Bana Emmi Dedi

Değirmenden gelirim beygirim yüklü
Şu kızı görenin del olur aklı
On beş yaşında kırk beş belikli
Bir kız bana emmi dedi neyleyim

Bizim ilde üzüm olur alc olur
Sızılaşır bozkurtları aç olur
Bir yiğide emmi demek güç olur
Bir kız bana emmi dedi neyleyim

Birem birem toplayayım odunu
Bilem dedim bilemedim adını
Elbistan yanaklı Kürdler kadını
Bir kız bana emmi dedi neyleyim

Karacoğlan der ki noldum nolayım
Akar sularınan bende geleyim
Sakal seni makkabınan yolayım
Bir kız bana emmi dedi neyleyim

Bir Ayrılık Bir Yoksulluk

Vara vara vardım ol kara taşa
Hasret ettin beni kavim kardaşa
Sebep ne gözden akan kanlı yaşa
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

Karacoğlan der ki kondum göçülmez
Acıdır ecel şerbeti içilmez
Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm



Güzel Ne Güzel Olmuşsun

Güzel ne güzel olmuşsun
Görülmeyi görülmeyi
Siyah zülfün halkalanmış
Örülmeyi örülmeyi

Mendilim yudum arıttım
Gülün dalında kuruttum
Adın ne idi unuttum
Sorulmayı sorulmayı

Seğirttim ardından yettim
Eğildim yüzünden öptüm
Adın bilirdim unuttum
Çağırmayı çağırmayı

Benim yarim bana küsmüş
Zülfünü gerdana dökmüş
Muhabbeti benden kesmiş
Sevilmeyi sevilmeyi

Çağır Karac'oğlan çağır
Taş düştüğü yerde ağır
Yiğit sevdiğinden soğur
Sarılmayı sarılmayı

Bu da onun umutsuzluğa kapılmamayı anlatan şiirlerinden birisi.
Koyun Meler Kuzu Meler

Koyun meler kuzu meler
Sular hendeğine dolar
Ağlayanlar bir gün güler
Gamlanma gönül gamlanma

Yiğit yiğide yâd olmaz
İyilerde ham süt olmaz
Bin kaygı bir borç ödemez
Gamlanma gönül gamlanma

Yiğit yiğidin yoldaşı
At yiğidin öz kardaşı
Sağlıktır cümlenin başı
Gamlanma gönül gamlanma

Yiğit yiğide yâr olur
Kötülerde ham süt olur
Kara gün ömrü az olur
Gamlanma gönül gamlanma

Nâçar Karac'oğlan nâçar
Pençe vurup göğsün açar
Kara gündür gelir geçer
Gamlanma gönül gamlanma

İşte Karacaoğlan'ın erotik diye tabir ettikleri şiirlerden biri. Aslında çok da cinsel bir içeriği yok bence.

Sevdiğim Dilber 2

Ala gözlerini sevdiğim dilber
Göster cemalini görmeğe geldim
Şeftalini derde derman dediler
Gerçek mi sevdiğim sormaya geldim

Gündüz hayallerim gece düşlerim
Uyandıkça ağlamaya başlarım
Sevdiğim üstünde uçan kuşların
Tutup kanatların kırmaya geldim

Senin aşkların gülmez dediler
Ağlayıp yaşını silmez dediler
Seni bir kez saran ölmez dediler
Gerçek mi efendim sormaya geldim

Senin işin yiyip içmek dediler
Yaran ile konup göçmek dediler
Göğsün cennet koynun uçmak dediler
Hak nasip ederse görmeye geldim

Mail oldum senin ince beline
Canım kurban olsun tatlı diline
Aşık olup senin hüsnün bağına
Kırmızı güllerin dermeye geldim

Karac(a) oglan der ki işin doğrusu
Gökte melek yerde huma yavrusu
Söyleyim ben sana sözün doğrusu
Soyunup koynuna girmeğe geldim

Toplumsal tek bir şiiri yok dedik ama birkaç tane varmış demek ki. Aslında benim demek istediğim. Baştakileri eleştiren, şiirlerinin insanları düzene karşı uyaran bir yönü yok anlamındadır.

Nemçe Kralı
Hazır ol vaktinde Nemçe kralı
Yer götürmez asker ile geliyor
Patriklerin inmiş tahttan diyorlar
Bir halife kalmış o da geliyor

Yetmiş bin var siyah postal giyecek
Seksen bin var Allah Allah diyecek
Doksan bin var tatlı cana kıyacak
Yüz bini de Tatar Han’dan geliyor

Gelen Ahmet Paşa’m kendidir kendi
Altmış bin dal-kılıç küsuru cündi
Kaçma kafir kaçma ölümün şimdi
Hacı Bektaş Veli kalkmış geliyor

Şevketli efendim Sultanım vezir
Altmış bin kılıçla yanında hazır
Deryalar üstünde boz atlı Hızır
Benli Boz’a binmiş o da geliyor

Karac’oğlan der ki burda durulmaz
Güleç yüze, tatlı söze doyulmaz
Gökteki yıldızdan çoktur sayılmaz
Yedi iklim dört köşeden geliyor

Ne yaptın Karacaoğlan, 11 yaşında da sevgili mi olur?

On Birinde Bir Yar Sevdim

On birinde bir yar sevdim
Yeni açmıs güle benzer
On ikide şeker şerbet
Oğul vermiş bala benzer

On üçünde gözün süzer
Zülüfün gerdana düzer
Kargı kamış gibi uzar
Boyu servi dala benzer

On dördünde pek derbeder
Dostun ikrarını güder
Nere çekersen ora gider
Boynu toklu kula benzer

On beşinde yaşar yaşın
Her örnekten bağlar başın
Tenhalarda arar eşin
Tez alışkın tele benzer

On altıda kurt bilekli
Yüreği Hakka dilekli
Sağrısı yesil örekli
Esen poyraz yele benzer

On yedide delidolu
Hiç bilmez gittiği yolu
Hasbahçenin gonca gülü
Kız turnada tele benzer

On sekizde geçer gücü
Kız oğlana bulur suçu
Gelinin ibrişim sacı
Kızın altın tele benzer

On dokuzda olur hasta
Zülüfleri deste deste
Gelin şeker şerbet tasta
Kız petekte bala benzer

Naçar Karac(a) oğlan naçar
Aşkın kitabını açar
Yiğirmide vakti geçer
Geçmez akça pula benzer


  Son olarak bilmeyenler için Karacaoğlan'ın tüm şiirlerinde son kıtadaki isminin neden Karac'oğlan şeklinde yazıldığını anlatacağım. Şiirlerini hece ölçüsüyle ( Bütün dizelerdeki hece sayılarının eşit sayıda olmasına dayanan şiir ölçüsü) yazdığı için bu şekildedir. Yaşadığı çağda belki hiçbir yerde eşitliği bulamayan Karacaoğlan bunu şiirlerindeki dize sayılarıyla da olsa sağlamış. 

10 Ekim 2012 Çarşamba

MARKSİST FELSEFENİN KAYNAKLARI



 " Felsefi araştırmanın ilk koşulu yürekli, özgür bir kafadır."( Marks 1818-1883 ) Bu kitap felsefe ile toplumsal düşünce arasındaki gelişimi, onun tarihteki yerini kaynaklarını bütünsel bir ele alışla ve maddeci bir dünya görüşü ile incelemektedir."
 Nietszsche'nin kitabıyla yaşadığım demoralize olma durumum sonucunda bu kitap ilaç gibi geldi. Benim gibi bu konularda az bir biligisi olan herkesin rahatlıkla kavrayacağı bir kitap. Felsefe kitapları konusunda şöyle bir karar aldım. Bu konularda yeterli bilgi sahibi olana kadar, bu kitapları kendi yazarlarından değil de onları yorumlayan günümüz felsefecilerden okumak en doğrusu. Şimdi size kitabın önemli yerlerinden vurgulamalar yaparak bir şekilde onu daha da sadeleştirerek özetleyeceğim.
  Felsefe ilk olarak Yunanlılar arasında ortaya çıktı. Eski insanlar bazı insanların çalışmaya, bazılarınınsa düşünmeye yargılı olduğuna inanıyorlardı. İlk Yunan düşünürler zengin ve soylu ailelerden geliyordu. Çünkü köleler işleri yaparken bu insanlar düşünmeye bolca vakit ayırabildiler. Felsefenin ortaya çıkışı ve gelişimi ancak bir bölüm insanın kan kusturucu köle emeğinin diğerlerine düşüncelere dalma fırsatı tanıdığı sınıflara bölünmüş bir toplumda mümkün oldu. Böylece günümüze kadar hala geçerli olan şu kural ortaya çıktı: Bilim, felsefe, sanat daima seçkin bir azınlığın tekelinde olacaktır.
  Felsefenin doğuşu her ne kadar bir sömürü üzerine olsa da aslında felsefe, egemen sınıfın temsilcilerine , aklın ve eleştirel düşüncenin kendilerine çevrili çok güçlü bir silah olabileceğini göstermişti. Bu yüzden onlara dil uzatan ünlü düşünür Sokrates bir çömlek baldıran içerek intihar etmek zorunda bırakılmıştır.
  İnsanlar zamanla nehir taşkınlarının yağan yağmurun ya da dolunun doğal nedenlerini belirlediler. Bunların mitolojik yorumlarına karşı düşünce ortaya çıktı.
  Felsefenin temel sorunu: Aklın mı, doğanın mı önce ortaya çıktığını ? Bilincin insan beyni dışında kendi başına var olup, olamayacağı. Doğanın ruhsal öz olmaksızın meydana gelip, gelemeyeceğidir. Bu da felsefecileri genel olarak ikiye ayırır. İdealistler ve materyalistler.
  İdealist derken yüksek amaçları olan kişiler akla gelir. Fakat bazı terimlerin yorumunda her zaman bir çelişki vardır.
  İdealizmi şimdilik bir kenara bırakıp materyalistlerden daha doğrusu onlara yapılan suçlamalardan bahsetmek istiyorum.
  İdealistler materyalistleri ruhsuz, erdem ve güzelliğe inanmayan yalnızca temel gereksinimleri doyurmayı düşünen kişiler olarak tanımlarlar. Onlara göre hırs, çıkar, aç gözlülük ve ayyaşlık materyalizmin özellikleridir. Oysa bu özellikler burjuva toplumuna aittir. Onların üst düzey görevlileri arasında yolsuzluk, ırkçılık, ve daha birçok yanlışlar yapanlara bolca örnek vardır.
  Aslında materyalizme olan tüm suçlamalar mekanik materyalizme yapılmıştır.   Mekanik materyalizm tutarsızdır. Çünkü dünyada meydana gelen tüm değişikliklerin, dünyanın kaynağıyla ilgili sorunları cevaplarken bunu manevi bir ilkeye dayandırır. Buna deizm denir. (Dünyanın temel nedeni olarak ilahi bir gücü görmek) Tabiki dünyada madde dışında hiçbir şey olmadığını savunmak, insan aklının araştırılmaya değmeyeceğini ileri sürmek de bir tutarsızlıktır. Tutarlı bir materyalist insan düşüncesinin, duygularının, iradesinin varlığının maddenin yasalarına bağlı zorunlu bir sonucu olarak açıklar.Mekanik materyalizm monist materyalizmden ( Tüm varlıkların dayandığı tek bir kaynağın olduğunu ileri süren öğreti) idealizme sapar.
  İdealizm yaşam için ne söylüyor acaba? İdealizme göre dünyaya ölüm, acılar ve yalnızlık egemendir. İnsan sevgi,mutluluk ve özgürlüğü haketmez. Dünyadaki varlığımızı dünyayı değiştirmeden katlanılabilir kılabiliriz. Başka bir dünyanın var olduğuna, görülmez bir dünyanın varlığına inanarak. Yakında sonsuza kadar orada kalmak üzere oraya gidilecektir.
  Bir materyalist için ise dünya çeşitliliği içinde bir bütündür. Zaman ve uzay içinde sonsuzdur. Ama materyalist yine de insanın dünyadaki yerini ve bilincinin nasıl olduğunu açıklamak zorundadır. Böyle bir dünya anlayışı ilahi bir güçten yardım alınmadan temellendirilmelidir. Canlı cansız doğanın, akıl ve duygularla donatılmış insanın tüm çeşitliliğinin temelinde yatan güçlerin maddenin ve doğanın dışında değil de içinde var olduğu gerçeğini kabul etmek gerekir.
  Elimden geldiğince kitabın aslına uygun olarak onu özetledim. Tamamını merak ediyorsanız onu okumanız gerekir çünkü hiçbir özet aslının yerini tutamaz. Yazıma Marks'ın ünlü sözüyle son veriyorum. "Düşünürler dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; sorun onu değiştirmektir."

8 Ekim 2012 Pazartesi

30 YAŞ ÜSTÜ...
  Size sevdiğim şarkılardan bir liste hazırladım. Bazıları son zamanlarda dinlediğim, bazıları ise çocukluğumdan aklımda kalan parçalar. Listemin adı "30 Yaş Üstü" çünkü ne yazık ki gençlik kalitesiz müzik dinliyor. Demet Akalın, Serdar Ortaç ve benzeri gibi... Bu kişilerin, sanatçılar diyemeyeceğim, şarkı sözlerini dikkatli bir şekilde incelerseniz eğer beni daha iyi anlayacaksınız.( Ben Adam Olmam'dan: Koşarım peşinden kaçanların / Doğruyu bulmakta zorlanırım/ Severim sevmenin dertlerini /Sonunda kollara yollanırım ) ya da ( Evli, Mutlu, çocuklu'dan: Fırtına öncesi veda busesi/ Gönlümün menzilinde aklın gölgesi/  Ayrılık yüzünden kırdım herkesi/ Şeytanın bacağını kıramıyorum... Ve bunun gibi bir sürü anlamsız, ekonomik kaygılarla yazılmış, abuk subuk sözler. Şimdi de anlamı olan, insanların gerçekten yaşayarak ve yaşadıklarını her notalarında bize hissettirerek söyledikleri "türkülere" gelelim.

Handan Aydın IĞDIR'IN AL ALMASI: Son dönemde dinlediğim en güzel parçalardan birisi. Bir müzik bu kadar içli olur ancak. Bu müziğin üzerine küfür bile yazılsa dinlenir." Dünyada en güzel şey ay balam, bir yarinin olması..."

Aynur Doğan KEÇE KURDAN : Anlamı, sanırım "Kürt kızı." Şimdi ben bu parçayı ilk defa tam 9 yıl önce 10  Eylül'de dinlemiştim. İlk görev yerim Çamlıdere'ye giden okul servisinde. O zamanlar " Ya, biz Türkiye'de yaşıyoruz nedir bu Kürtçe müzik?" diyordum. Tabi bu, o zamanlarda kaldı. Bir de müzik marketlerde hep "koma" yazıyordu. Merak ediyordum ne demek bu koma? Sonradan öğrendiğime göre "grup" demekmiş. Bu kadar masum işte, grup. Fakat insan için bilmediği her şey tehlikeli bir şeydir.

  Karmate KARA DUMAN : Karmate'nin yorumladığı daha birçok güzel Karadeniz parçaları var. Bazıları onu Kazım Koyuncu'yla karıştırıyorlar. Bu parçayı seçmemin nedeni parçadaki tulum sesi.

  Kazım Koyuncu AYRILIK ŞARKISI : Karadeniz müziği denir de onun adı anılmadan olmaz. " Şarkılar bir çığlığa sığınmaksa şimdi, sonsuz bir yangın gibi, sevmesem öyle kolay çekip gitmek, yaralı bir kuş gibi..."

 Fırat Tanış MAMAK TÜRKÜSÜ : 12 Eylül dönemini anlatan nadide parçalardan birisi. Parçanın sözleri Kemal Burkay'a ait bir şiirin sözleriymiş. Gittiğim son konserin sondan bir önceki parçası.

 Ahmet Kaya BÜYÜDÜN BEBEĞİM : İlk duyduğumdan beri beni iğrenç bir duygu yoğunluğuna iten  parça. Bazen duygusallığımdan  nefret ediyorum. Ahmet Kaya, benim doğduğum, faşist insanların yoğun olduğu topraklarda pek sevilmezdi. Aslında o sadece boyun eğmemeye çalışıyordu. Aramızdan bu kadar erken ayrılmasaydı müziğe daha çok şey katacaktı eminim.

  Neşet Ertaş EVVELİM SEN OLDUN AHİRİM SENSİN : Onu yakında kaybettik. Bu arada o ölünce ardından şöyle bir tartışma çıktı. Neşet Ertaş Alevi mi? Bazıları onu Aleviliğe yakıştıramadı. Hayatında hiç camiye gitmemiş olan büyük sanatçının cenazesi camiden kalktı. Çünkü o, Türkiye'de doğmuştu.

 Muhlis Akarsu BİR GÜZELİN AŞIĞIYIM ERENLER : Eveeet. Çocukluğumda ne zaman evimize amatör bir saz ozanı gelse mutlaka söylediği bir deyiştir bu parça. Şimdi burnuma hafif bir anason kokusu geldi. Tabaklarda kabukları soyulmuş,dilimlenmiş elma ve portakallar...

  YİNE GÖNLÜM HOŞ DEĞİL: Aynı anason kokusu ve aynı meyve tabakları... Ve Ali Adnan Efendimiz, bir de Morgül. Morgül'ün morluk derecesi kat be kat artmış durumda.

 Erdal Erzincan NEM KALDI :" Bir akılsız baştan gayrı nem kaldı... İki damla yaştan gayrı nem kaldı... Bir yaralı döşten gayrı nem kaldı...

 Yavuz Bingöl  YAR DEMEDİN : "Sevdiğim bir gün bana yar demedin yar demedin. Gece gündüz tenhalarda ağlayanım var demedin"

 Selda Bağcan : ÖTME BÜLBÜL ÖTME : Bu liste Selda Bağcan'sız boş olurdu. "Haydar, Haydar, Haydar ben yana yana. Ali, Ali, Ali ben yana yana... Hayatımda ölmeden önce öğrenmek istediğim şeylerin arasında bir de semah etmek var.

3 Ekim 2012 Çarşamba

YABANCILAŞMA



 Devir çıkar devri. Herkesin birbirinden maddi bir beklentisi var. Birçok insan, eğer faydasına değilse birine iyilik yapmak için kılını bile kıpırdatmıyor. Bazıları da cennette kendine güzel bir mekan için iyilik yapıyorlar. Bu da bir şekilde menfaate giriyor işte. Aileler bile çocuklarını, "belki bir gün adam olur da bize bakar" mantığıyla yetiştirmiyorlar mı? Tabi ki yaşamak için paraya ihtiyacımız var. Fakat ona bu kadar değer vermek, onun esiri olmak bu kirli sistemin bize yansımasıdır. Eğer paraya bu kadar çok ihtiyaç duymasaydık. Yani yemek, içmek, giyinmek ve barınmak bedava olsaydı. Böyle maddiyatçı insanlar olmayacaktık. İnsanlar o zaman gerçek sevgiyle tanışacaklardı. Dostunuz, sevgiliniz , aileniz sizi konumunuz ya da maaş bordronuz için değil; sahip olduğunuz özellikleriniz için sevecekti. İnsanların en çok şaşırdığı haber türleri arasında ilk sırayı: "anne baba katili evlatlar" ve "yeni doğmuş çocuğunu cami avlusuna bırakan anne babalar " alır sanırım. Şimdi artık bu insanları da çok fazla suçlayamıyorum. Sistem insanı öyle bir canileştiriyor ki, para için, daha lüks bir yaşam için her şey yapılabiliyor. Yine karamsarlığım üstümde aslında ben size "yabancılaşma" konusundan bahsedecektim. Ama birden parmaklarım klavyede bunları tuşladı.
 Yabancılaşma, kapitalist sistemin yarattığı insanın kendi doğasına yabancılaşmasıdır. Kapitalist sistemde yaşayan insan  kendine, emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Ben bunu kendi adıma işim konusunda çok yaşıyorum. Örneğin okulda bir dersin boş geçmesi hem öğrenciler hem de öğretmenler için sevinç konusu oluyor. Toplum olarak çalışmaktan hoşlanmıyoruz. Çünkü para için çalışıyoruz. Yani yemek içmek için. Tekrar edeceğim ama  eğer bu ihtiyaçlarımız zaten karşılanmış olsalardı. Biz ne için çalıştığımızı bilebilseydik yaptığımız iş bize bu kadar zor gelmeyecekti. Marks'ın dediği gibi sürekli aynı işi monoton bir şekilde yapmak yerine farklı konularda da eğitim alabilseydik.Yeni, hiç denemediğimiz hobilerimiz olsaydı. Örneğin sebze yetiştirip, kara kalem tablolar çizseydik. Kendi oturma grubumuzu yapalım demiyorum ama en azından çivimizi duvara kendimiz çakabilseydik. İnanın daha mutlu olacak ve mutluluğu karşı cinste daha az arayacaktık... ( Ben de biraz önce maddi bir konu yüzünden annemle tartıştım. Annemin gönlünü alırım o sorun değil de asıl sorun ilhamla çalışan bir yazarım nasıl olacak böyle? Bilemiyorum. )