10 Kasım 2013 Pazar

HEYYYY !
 Bir Hengamedir almış başını gidiyor. Ya hep bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz ya da bir işimiz var. Zaman, saatler, dakikalar su gibi akıyor. Biri durdursa da bizi " heyyy ne yapıyorsun, nerdesin, nedir bu böyle?" diye sorsa afallayıp kalacağız ama biraz sonra kaldığımız yerden devam edeceğiz. Oyunun raconu bu. Bize biçilen rolün gereğini yapacağız. Bazen geç kalıp bazen erken vararak, saat nerede durursa orada duracağız ve eğer hala birkaç saniyemiz kalmışsa eğer; şöyle derdim ben sanırım: Heyhat bitti ömrüm. Ancak anladım her şeyin değersizliğini, neden üzüldüm küçük şeylere, neden dert ettim büyük şeyleri? İşte bitti artık ne kaldı geriye?

22 Ağustos 2013 Perşembe

AŞK İKİ KİŞİLİKTİR

Değişir yönü rüzgârın
Solar ansızın yapraklar.
Şaşırır yolunu denizde gemi
Boşuna bir liman arar.
Gülüşü bir yabancının
Çalmıştır senden sevdiğini,
İçinde biriken zehir
Sadece kendini öldürecektir.
Ölümdür yaşanan tek başına
Aşk, iki kişiliktir.

Bir anı bile kalmamıştır
Geceler boyu sevişmelerden
Binlerce yıl uzaklardadır
Binlerce kez dokunduğun ten.
Yazabileceğin şiirler
Çoktan yazılıp bitmiştir.
Ölümdür yaşanan tek başına
Aşk, iki kişiliktir.

Avutamaz olur artık
Seni bildiğin şarkılar.
Boşanır keder zincirlerinden
Sular, tersin tersin akar.
Bir hançer gibi çeksen de sevgini
Onu ancak öldürmeye yarar.
Uçarı kuşu sevdanın
Alıp başını gitmiştir
Ölümdür yaşanan tek başına
Aşk, iki kişiliktir.

Yitik bir ezgisin sadece,
Tüketilmiş ve düşmüş gözden.
Düşlerinde bir çocuk hıçkırır
Gece camlara sürtünürken.
Çünkü, hiçbir kelebek
Tek başına yaşamaz sevdasını.
Severken hiçbir böcek,
Hiçbir kuş yalnız değildir.
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.
                    Ataol Behramoğlu

 Aşk iki kişi arasında yaşandığı zaman evet çok güzel ve özeldir; fakat unutulmaması gereken bir şey var. Tek başına yaşanan aşklar her ne kadar karşılıksız olsalar da bunlara, "aşk değildir" diyebilir miyiz? Keşke olabilse göz göze diz dize... Ne yazık ki her zaman bunu tutturmak mümkün olmuyor. Bence karşılıksız aşklar, iki kişilik yaşananlara göre daha tutkulu oluyor. Kavuşamamanın verdiği acı, dokunamamanınkiyle birleşip büyük bir isteğe dönüşüyor. Günümüzde böyle tutkulu aşklar yok hatta birini bu şekilde sevenlere de "takıntılı" deniliyor artık. İnsanlar teknolojinin hayatı istila etmesiyle öyle bir rehavete kapılıp, öyle çok tembelleştiler ki aşık olup birinin peşinden koşmak, onu elde etmeye çalışmak, ona kur yapmak... Bunlar da insanlara zor gelmeye başladı. Bunu yapan aşığın karşısında nazlı bir yar da yok. Elektrik denen bir şey icat oldu. Hani şu faturası gelenden bahsetmiyorum. Kadın-erkek arasında geçeni kastediyorum. Nedir bu elektrik olayı biliyor musunuz? Karşıdaki kişinin maddi durumu iyiyse, kültürlüyse, fiziği yerindeyse, biraz da sempatikse; hadi gel de çarpılma. İşte böyle... Gerçekler acıdır, acıtır.

11 Ağustos 2013 Pazar

UZUN ŞİİRLER 1

İki rayı gibiyiz
Bir tren yolunun,
Yakın olması
Neyi değiştirir,
Son istasyonun.

                          (Sunay Akın)

10 Ağustos 2013 Cumartesi

TEN UYUMU

Kadın ve erkeklerle ilgili yazmaya devam ediyorum. Bir önceki yazımda eksik kalan ve aslında çok önemli olan bir konuya değineceğim. Başlıktan da anlaşılıyor sanırım. Ten uyumu, cinsel çekim ya da çiftlerin birbirinin bedeninden zevk alması, nedir acaba? Öncelikle cinselliğin ne olduğundan bahsetmeliyiz sanırım. Cinsellik aşkın somutlaşmış halidir. Aşkın olmazsa olmazıdır. Ten uyumu da cinselliğin iki çift arasında en güzel şekilde yaşanılmasıdır. Şu da var ki bu uyumun sağlanabilmesi için duygusal, fiziksel ve ruhsal (psikolojik) uyumun önceden yakalanılmış olması gerekir. Her ilişkide mutlaka olmalı mıdır? Bence olursa tadından yenmez. Olmaması durumunda ise mutlaka ilişki ilerleyen zamanlarda fire verir. Bu uyum varsa belki başka sorunların bile çözümü daha kolay olacaktır. Bu uyumu yakalamak bence oldukça zor. Özellikle kadınlar için işin duygusal boyutu çok önemli olduğu için, ten uyumu sağlanamadan birçok ilişki bitiyor. Bundan daha da kötü olan bir durum ise: milyonlarca evli çift birbiriyle istemeden birlikte oluyor. Önceden şöyle düşünürdüm, "erkekler nasıl olsa her türlü bu işten kazançlıdır." Artık bu fikirde değilim. Erkek de kendini arzulayan bir kadınla, arzulamayan fakat zoraki birlikte olan kadın arasındaki ayrımı pekala yapıyordur sanırım. Jinekolog ya da cinsellik terapisti değilim kendi çapımda kendi doğrularımı yazdım. Son sözüm ise şu olacak eğer partnerinizle ten uyumunu yakalayabildiyseniz bunu sakın ucuz ve basit kavgalarla bozmayın diyorum.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

KADINLAR-ERKEKLER


  Geldik yine aynı konuya. Dön dolaş hep aynı yerdeyim. Koskoca bir yıl geçmiş üzerinden bu konuyla ilgili bir yazı yazmıştım. Bir yılda neler neler değişti ama ben hala bu karmaşık ilişkiyi çözebilmiş değilim. İleriki bir dönemde de çözebilme umuduna sahip değilim. Tabi ki bazı genellemelere ulaştım bu süre zarfında. Benim için kadın-erkek problemi mutlaka çözülmesi gereken bir durum haline geldi. Bu arzumun gerçekleşmesi her ne kadar bir hayal de olsa yine de vazgeçmeyeceğim. Hem kendi yaşadıklarımdan hem de çevremde gördüklerimden çıkardığım bazı genellemelerim var demiştim. Mesela kadınların ve erkeklerin mizaçlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu ve bunu ilişkiye yansıttıkları için en büyük problemlerin de bundan doğduğunu düşünüyorum. Örneğin kadınlar daha hassas ve ince düşünceliler; erkekler ise daha düz mantıkla bakan bir yapıya sahipler. Kadının yaptığı hareketin mutlaka önü, arkası, nedeni vardır. Erkek ise bir şeyi hissetirme yoluna gitmez daha açıktır. Kadınlar genelde ilişkiyi hayatının merkezine koyarlar,gece yedi-yirmi dört erkeğini düşünebilirler, karşıdakinden de bunu isterler oysa karşısında bir erkek vardır. Erkek ise bir arkadaş toplantısında ya da zevk aldığı herhangi bir faaliyet sırasında kadınını hiç aklına getirmeyebilir. Bu yüzden de ilgisizlikle suçlanır. İlgisizlik ise kadın için büyük bir sorundur. İlgisizlik kadın için kumadır diyebiliriz. Ya erkeği bu haliyle kabul edeceksin ya da terk edeceksin. Şu da var "dır dır" yapıp da erkeği delirtmek ise en yanlış ve en sık yapılanıdır. Çünkü "dır dır" da erkeğin kumasıdır bence. Ayrıca dır dırın hiçbir faydası olmaz. Erkek bir şeyi içinden geliyorsa yapar zaten, yapılan dır dır yalnızca erkeğin sevgisinin ölmesine neden olur vs vs vs...
  Bu konuda bir gün bir kitap yazacağım ve eminim ki çok satılacak. okurlarımın çoğunu da kadınlar oluşturacak tabi ki...


25 Temmuz 2013 Perşembe

SON
 Yine bir sona geldik. İster bir mekana olsun bu veda, ister bir insana. Hepsi de can yakıcı oluyor. Alışkanlıkların bir anda değişmesi insan hayatını alt üst etmeye yetiyor. Neyseki yeniye alışmak da çok zor değil ve yeninin geleceğine dair umut... Bu da olmasaydı zaten, her veda bir ölüm olsaydı. Yeniden doğuşun olacağına dair inanç olmasaydı eğer, yani gerçekten her veda bir ölüm niteliğinde olsaydı o halde yaşanılacak acının derecesi de kat be kat fazla olurdu. Biliyoruz ki her son bir başlangıç. Ölümden sonra yaşama inanıyor birçok kişi böylece ölümün yaşatacağı acı azalmış oluyor. Yine de bir bitkinin hücresinde ya da bir böceğin, bir kuşun ve yahut herhangi başka bir canlının bedeninde hayat bulma düşüncesi insana bilinmeyen son için güven veriyor...
  Evet ne de olsa her son bir başlangıç.

18 Temmuz 2013 Perşembe

TATİL




   Geçen hafta, tıpkı bu resimdeki gibi bir yerde tatil yaptım. 5 günlük huzurlu ve keyifli bir zaman dilimiydi. Bir tanıdığın vasıtasıyla gerçekleşti; aksi takdirde kendi bütçemle böyle bir tatili karşılayabilmem  imkansız. Açık büfe, deniz, havuz, su kaydırakları anlatmakla bitmez elbette fakat bu tatil benim insanlar arasındaki eşitsizliğin boyutlarını bir kez daha görmeme neden oldu. Tatil boyunca bunu çoğu zaman hissetmedim. Ben de ne de olsa günümüz insanı olarak lezzetli ve çok çeşitli yiyecekleri denemeye, su parkında kaymaya, sanırım hiçbir zaman öğrenemeyeceğim yüzme sporunu yapmaya çalışıyordum. Bütün bunları yaparken dikkatimi çeken şey ise şuydu otel çalışanlarının yüzleri... Çünkü onlar bizim kadar eğlenmiyorlardı. Bir de otelden çıkıp arkadaşlarla diskoya giderken olanlar oldu. Orada güneşten yanmış yüzlerle bize çiçek satmaya çalışan çocukları ve biraz ötede diskoda alkolden ve dertsizlikten deliler gibi dans eden insanları aynı karede görünce "Bu ne tezat böyle, neredeyiz biz?" demekten kendimi alamadım. Hakikaten öyle... Neredeyiz biz?

23 Haziran 2013 Pazar

TENCERE-TAVA


  Çok ilginç günler yaşıyoruz... Şuan, yaşadığımız bu zamanı analiz etmek için erken elbette. Fakat bu kadar önemli ve değerli kazanımların elde edildiği bu günler hakkında bir şeyler yazmamak da olmaz diye düşünüyorum. Buna çok çeşitli isimler verildi. Kimileri birkaç çapulcunun yapıp ettikleri dedi. Başkaları tencere tava eylemi adını verdi. Bilinçli bir taraf ise Haziran Direnişi diyor. İsim çok da önemli değil. Asıl olan bir daha Türkiye eski Türkiye olmayacak.Ezilen taraf "yeter artık" demeyi öğrendi ve bunu içinden değil sokağa çıkıp söyledi. Medyanın da ipliği pazara çıkmış oldu. Satılmış, yandaş ya da korkak medya direnişi değil de penguen belgeseli gösterdi. Halk bunu yemedi. Hatta bir vatandaş evinin önündeki olayları izlerken televizyonunu balkondan aşağı attı. Bunlarla birlikte özellikle dikkatimi çeken bir şey daha var. Bu halk hem çok zeki hem de esprili... Özellikle sosyal paylaşım sitelerinde öyle espriler ve sloganlar yayıldı ki hepsi de ne kadar ince zekaya sahip olduğumuzu gösterdi. Belki bunlardan bir kitap bile oluşturulabilir... Söyleyecek daha çok şey var ama en önemlisi şu: Kim olursan ol, ister padişah ister diktatör istersen başbakan: Bu halk zulme,baskıya, esarete BOYUN EĞMEZ!

21 Haziran 2013 Cuma

Bir gelecek olsun seninle
Sonra içinde aşk olsun
Biraz merhamet
Biraz şefkat
Nasıl olursa olsun
Her an seninle olsun

                        e.g. aktaş

4 Mayıs 2013 Cumartesi

İNSAN SEVGİSİ


  Çevremde son zamanlarda çok fazla duyduğum ve bundan rahatsız olduğum bir konudan bahsedeceğim. Ön yargı... Siz de mutlaka rastlıyorsunuzdur. "Aman Karslılar'dan uzak dur, Kayserililer çok kurnaz olurlar, kimdi o kavgayı çıkaran Kürt müydü?" Evet ben de sık sık duyuyorum. Bir insanı kendisinin bilerek, isteyerek seçmediği -ki aslında seçebilir de-  bir şeyden dolayı, onun doğuştan kazandığı özelliklerinden dolayı onu yargılamak. İnsanları dilinden, dininden, ırkından dolayı sınıflandırmak ne kadar cahilce bir şey. Bunun nedeni çok çeşitlidir elbet ama ben daha çok ön yargı olduğunu düşünüyorum. Birbirimizi yeterince tanımıyoruz. Hatta tanıma fırsatı bile vermiyoruz. Ön yargıların tutsağı olmuşuz bir kere. Kafamızda bazı şeyler şekillenmiş. Yeni şekillere, renklere gerek duymuyoruz.
   Bir insanı yalnızca insan olduğu için sevmeliyiz. Bizimle aynı milletten, dilden ya da dinden olduğu için değil; yalnızca o da bizim gibi bir insan olduğu için sevilmelidir. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan bir acı eğer bizim acımız olmuyorsa, "insanlık vasıflarını taşıyor muyuz?" diye tekrar bir düşünmeliyiz. Dünyanın kocaman bir ülke olduğunu var sayarsak eğer, evet hepimiz aynı gökyüzünün milletiyiz.

insan ada değildir, bütün de değildir tek başına.
anakaranın bir parçası, okyanusun bir damlasıdır;
bir kum tanesini alıp götürse bile deniz,
küçülür avrupa.
sanki bir burunmuş,
dostlarının yada senin bir yurdunmuş gibi
bir insanın ölümüyle eksilirim ben,
çünkü bir parçasıyım insanlığın;
işte bu yüzden hiç sorma çanların kimin için çaldığını,
çanlar senin için çalıyor... 
                                                    john Donne

(Ernest Hamingway'ın "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" adlı kitabının giriş kısmından alınmıştır)

2 Mayıs 2013 Perşembe

AŞK


  "Ve bir daha kalbinin böyle hızlı atabilmesi için kilometrelerce koşması gerekiyordu..." (alıntıdır)
Bu konuda bir yazı yazmak isterdim ama şimdi değil... şu an değil. Sadece şunu söyleyeyim. Aşk, seni her zaman istedim yine istiyorum yine de istiyorum.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

KADINLAR VE FUTBOL



   Futbol köşe yazarı bir arkadaşım bana bu konuda yazı yazmamı tavsiye etti. Tavsiye üzerine yazı yazmam genelde ama konu benim de ilgimi çekiyor. Başlığı attıktan sonra, "Acaba bir solcuyla bir sağcıyı karşılaştırsam daha mı çok ortak nokta bulurum?" dedim kendi kendime. Neyse abartmayalım o kadar da değil elbette. Günümüzde stadyuma giden kadın sayısı her geçen gün artıyor. Bir ara "seyircisiz oynama cezası" alan takım maçlarını, onlara ceza olarak yalnızca kadınlar önünde oynuyorlardı. Böyle bir ülkede yaşasam da yine de bu konuda çok umutsuz değilim. Şu da var ki kadınların geneli futbolu sevmiyor. Futbol sevilecek bir şey midir, amacı nedir? Futbol sadece bir spor mudur? Bu sorulara çok fazla girmek istemiyorum ama biliyorum ki bu sistemde kirlenmemiş tek bir şey yok. Futbol da kirlidir. Kitlesel bir uyuşturucudur. Dev bir pazardır. Biz futbolu yalnızca bir spor olarak görelim ve "kadınların neden futbolu sevmediği?" sorusunun yanıtını vermeye çalışalım.
 Öncelikle futbol bir sokak oyunudur. Sokak ise kadınlara her daim kapalıdır. "Kadının yeri evidir" mantığıyla yetiştiriliyor kız çocukları. Sokağa biraz fazla çıkıp oğlanlarla oynayan kız çocuklarına "Erkek Fatma" yakıştırmaları yapıldığını biliyoruz. Sonra bu kızlar büyüyüp anne oluyor. Çocuk bakmak, ev işi yapmak, kocaya hizmet etmek derken bu kadın hangi ara maç izleyecek. Tv izlemeye fırsat bulduğunda ise o da hayalindeki eşi, evi, kısaca hayatı anlatan, bir nevi kadınların uyuşturucusu olan dizilerde, alacak soluğu.
  Kadınların futbolu sevmemesinin bir diğer nedeni ise erkeklerin bu konuda çok ileri gitmeleri ve eşlerini futbol için ihmal etmeleri olabilir. Erkek, eşinin doğum tarihini hatırlamazken bir futbolcunun tüm özelliklerini hafızasında dosyalamıştır. Maç saatlerinde tv karşısına çakılan erkek, aynı golü farklı açılardan 20 kere sıkılmadan izleyebiliyorken; eşinin aynı konuyu iki defa tekrarlayışına (buna kendi aralarında dır dır diyorlar) katlanamamaktadır. Futbolcu iyi oynadığında, ona övgü dolu sözler söyleyebiliyorken (her yerinden öpeyim gibi) eşine "eline sağlık" demek birçok erkeğe zor geliyor.
  Kadınlar için futbol: Bir topun peşinde koşan 22 aptal erkek ve onları izleyen yüz binlercesi demektir.Bir de ofsayt vardır ki onu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim...

13 Nisan 2013 Cumartesi

ARAMAK, ARANMAK

"İnsana kendisini iyi hissettiren şeyler nelerdir?" Listesi yapmak istedim bu akşam. Bir numaraya çikolata yemek  yazmayı düşündüm. Sonra dedimki kendi kendime "insanı, çikolata yemek kadar mutlu edecek başka ne vardır?" Böylece iki numarayı aranmak, sorulmak, merak edilmek kısacası özlenmek başlıkları aldı. Hangi şekilde olursa olsun: Mail, mesaj, telefonla arama ya da eve ziyaret... Hepsi de insana kendini mutlu hissettirir. Bir de eskiden "çağrı atma" denen bir kültür vardı. Düşünüyorum da o zamanlar her şey ne kadar saftı. Çok değil on yıl öncesinden bahsediyorum. İletişim pahalıydı. Öyle aklınıza her estiğinde arayamazdınız birini. Şimdi iletişim eskiye nazaran daha ucuz ya da bilmiyorum iş hayatına atıldık ve iletişim için ekonomik olarak daha uygunuz. Bu sefer de arayanımız ve arayacağımız insanlar azaldı. Arandığımızda ise iyi hissediyoruz kendimizi. Aranıyorsunuz çünkü siz arayan insan için özelsiniz. Siz iyisiniz ya da karşıdaki kişi için önemlisiniz. Bu yüzden nasıl olduğunuz ve neler yaptığınız onun tarafından merak ediliyor, anlamına gelir bu aramalar.
  "Aranmak" her zaman "aramaya" göre daha kolaydır. Arayacağınız zaman hep şöyle olur: Acaba uygun mu, ona ne söyleyeceğim, bu aramadan nasıl bir kasıt çıkaracak? Aranmak ise daha az karmaşıktır genelde. "Beni niye aradı?" diye düşünmeyiz çünkü. Kendi egolarımız, aranan bir kişi olarak görmeye kolayca ikna eder bizi. Bu yazıyı şöyle bitirmek istiyorum. Aramaktan çekinmeyin. Aranan bir kişi olmanın yolu arayan bir kişi olmaktan geçer bence.

11 Nisan 2013 Perşembe


YAZMAK, BAHAR, 1 MAYIS
  "Yazabilecek miydim?" Bilgisayarı açıp, bloguma girene kadar bunu düşündüm. Sanki daha önce hiç yazmamıştım. Bana ilk defa bisiklet sürmek ya da yeni öğrendiğim bir dili konuşmak gibi bir his verdi. Evet bir süredir yazamıyorum ve yazdıktan sonra yazıyı yayınlarkenki sevinci de yaşayamıyorum. Bunun nedeni, öncelikle ara verdiğim için yazı yazmaktan soğumam oldu. Bir de vakitsizlik tabii ki. Şimdi ise aklıma ne gelirse öylesine karalamak istiyorum. Yeter ki bir şeyler yazabileyim.
  Bir süredir havalar ısındı. Tarihten de anlaşılacağı gibi bahar geldi. Birçok insanda olduğu gibi bahar bende de güzel hisler uyandırır. Mevsimleri insan hayatına benzetirsek eğer: bahar bebeklik, yaz gençlik, sonbahar orta yaşlılık ve kış ise yaşlılık çağımıza denk düşer derim ben. Nasıl ki insanın en sevimli zamanları bebekliği ise; mevsimlerin en sevimlisi de bahardır bence. Şarkıda boşuna demiyor Sezen Aksu: "Ben her bahar aşık olurum, rüzgar olur yağmur olurum, filizlenir anılarda gururum, taşar içimden ruhum..." Aşk konusunda bir şey söyleyemeyeceğim ama ruhumun her bahar taştığını biliyorum. Ayrıca bahar bana 1 Mayıs'ın yaklaştığını da müjdeliyor. İşçilerin en önemli kazanımlarından biri olan "8 saatlik çalışma hakkının" elde edildiği 1 Mayıs... Ne yazık ki birçok insan için bu tarih taş, sopa, panzer, polis şiddeti ve provokasyon için orada bulunan göstericiler demek. Bunu, öğrencilerimin bu konuda yazdıkları hikayelerden de çıkarmak mümkün. Umarım ileri tarihlerde bu kanı değişir. 1 Mayıslar herkes için gerçek bir bayram olur. Bir de şu var tabii ki kaç işçi gerçekten yalnızca 8 saat çalışıyor. Gerçeğin çok farklı olduğunu biliyoruz. 1 Mayıs resmi tatil olduğu halde milyonlarca kişi bu tarihte çalıştırılıyor. İşçilerin çalıştırılma şartlarını, aldıkları ücreti, ülkede her gün 5 işçinin canını yitirdiğini düşünürsek eğer 1 Mayıs'ı kutlayamamaları bunların arasında en hafif olanı sanırım. Birçok işçi köle gibi çalıştırıldıktan sonra eve yorgun argın geliyor ve yatağın yolunu ancak bulabiliyorlar. Ailesine, kendisine, hayallerine hiç vakit kalmıyor. Ben de bir işçi kızıyım. Bilmiyorum babam bu yüzden mi ilgisizdi bize? Deneyip görmeye değerdi diyorum.
   1Mayıs 1 Mayıs işçinin ve emekçinin bayramı...

7 Nisan 2013 Pazar

 MARK’IN İLK YÜRÜYÜŞÜ
        Yıl 1880’lerin sonlarıydı. Mark Avusturalya’nın Melbourne kentinde bir inşaat işçisinin 8 çocuğundan biri olarak dünyaya gelmişti. Mark da babası gibi inşaatlarda çalışıyordu. Mark daha 18 yaşında olmasına rağmen güneşten yanmış yüzü ve bitkin vücudu onu yaşının kat kat üstünde gösteriyordu. Mark sarı saçlı, mavi gözlü, uzun ve zayıf bir gençti. Bu yorucu işte haftada 6 gün 12 saatten fazla çalışıyordu. Mark kardeşlerinin en büyüğüydü. Ailesinin geçimi onun ve babasının sırtındaydı. Kazandıkları para ise çok azdı. Kıt kanaat geçiniyorlardı. Yine de çalışmak zorundaydı. Bundan başka seçeneği yoktu. Aslında okuyabilseydi şimdi liseden mezun olacaktı. Okuma yazma öğrendikten sonra okulu bırakıp çalışmak zorunda kalmıştı. Ya çalışacaktı ya da açlıktan öleceklerdi. Mark, patronlarının yaşayışına baktığında ortada büyük bir haksızlık olduğunu görebiliyordu fakat ses çıkaramıyordu. Patronun gıcır gıcır ayakkabıları, temiz giysileri, güzel yemekler yemekten şişmiş bir de kocaman göbeği vardı. Mark’ın Albert aldı siyah saçlı orta boylu bir arkadaşı vardı. Albert, Mark gibi içine kapanık değildi. Açık sözlü, dürüst biriydi. Bir gün Mark’a “sendikaya üye olur musun?” diye sordu. Mark:”Ya işimi kaybedersem, biliyosun bütün kardeşlerim ben ve babamın kazandığı bu azıcık parayla geçiniyoruz.O da olmazsa ne yiyip ne içeriz.”dedi.Albert:” Babana bak, 40 yaşında olmasına rağmen ne kadar yaşlı ve hasta görünüyor, ayrıca gece çektiği ağrıları unutma. Sen işini kaybetmesen de sağlığını kaybedeceksin. Sendika çok güçleniyor, hepimizi işten çıkaramazlar, birlikte olursak güçlü oluruzç” dedi. Bu sözler Mark’ı ikna etti. Sendikaya üye oldu. Aradan birkaç ay geçmişti. Albert sevinç içinde Mark’ın evine geldi. Mark arkadaşına ikram edecek bir şeyler aradı bulamadı. Albert öyle neşeliydi ki bu durumun farkında bile değildi. Hemen anlatmaya başladı. ”Yarın iş bırakıyoruz, büyük bir yürüyüş yapacağız. Bundan sonra patronlar bizi köle gibi çalıştıramayacak, günde yalnızca 8 saat çalışmak için direteceğiz.” dedi. Mark’ı da birden bir heyecan sardı, ağzı diline dolandı sonunda: ”Bu, olabilir mi?” dedi. Albert: ”Neden olmasın, birlikte hareket edersek her şey mümkün.” dedi. Mark o gece hiç uyuyamadı Balık tutup, ailesiyle piknik yapacağı günleri hayal etti. Belki gece okuluna gider, liseyi bitirir, hep olmak istediği mühendisliği okuyabilirdi. Sabah yürüyüş başladı yüzlerce işçi oradaydı. Mark’ın elinde tuttuğu pankartta “işçilere özgürlük” yazıyordu.
     Aradan birkaç yıl geçti. Dünyanın birçok yerinde işçiler grev ve yürüyüşler düzenlediler. Bir bahar günü tarih 1 Mayıs’ı gösteriyordu. Yasal olarak işçiler 8 saatten fazla çalıştırılamayacaklardı. Mark evlenmişti ve bir de oğlu olmuştu. Eve erken geliyor ve çocuğuyla oyunlar oynuyordu. Babasının ona veremediği her şeyi o, çocuğuna vermek istiyordu.  Her şey mutluydu, harikaydı, güzel miydi? Değildi ama eskisinden daha umutluydu.
     Size bir tavsiyem her zaman hakkınızı savunun. Çünkü siz bunu yapmazsanız başkaları haksızlıkları savunabilir.
Not: 1 Mayıs konulu öykü yarışması için Serra Aktaş ve Sercan Karakoç'un ortak yazdıkları öyküdür.

19 Ocak 2013 Cumartesi

DOĞUM GÜNÜM : 19 OCAK




Mutlu Yıllar
Bu gün dünyayı istediğin bir renge boya.
Rengârenk batan günü al karşına.
Bir renk de kendinden kat.
Çocuklar gibi saf, temiz ve berrak
Kapat gözlerini bir hikâye yarat.
Vazgeçme, hissedilir. Biraz da sıcaklığını kat
Kalbindeki elleri bırakma sıkıca tut,
Çünkü varlıktır sevgiye en güzel kanıt.
Yalnızlığın saltanatını sür, sür ama
Birikmiş sevginden, herkese bir parça ver.
Bir tebrik, bir arama bin umuttur insana
Mutlu yıllar, mutlu yıllar sana …
Can YÜCEL
  
  Özel günler hayatımızın bir parçası olmuş artık. Doğum günleri, evlilik ve tanışma yıl dönümleri, anneler günü... O kadar çeşitli ki yılın her günü dolu aslında. Tabii ki bunların abartılması benim de hoşuma gitmiyor. Bir de özellikle kapitalist sisteme katkıda bulunan alışveriş çılgınlığına dönüşen özel günlerden rahatsızım. Fakat bir insana, özel gününde gelen küçük bir hediye ya da bir kutlama iletisi , onu ne kadar da mutlu eder öyle değil mi? Kim hatırlanmaktan ya da özel hissettirilmekten rahatsız olabilir ? Özel günlerde sevdikleri ve değer verdikleri insan için, özel bir çabaya girmek istemeyen çoğu insanın ortak bir görüşünden bahsedeceğim sizlere. "Sen benim için her gün değerlisin, bunu bir güne sığdırmak istemiyorum." Bu yazdığım cümleyi yüzyılın yalanı ilan ediyorum. Çünkü böyle bir şey yok. Bu sözü söyleyen kişi, sevdiği insanlara her gününü özel hissettiriyor mu? Hayır, hissettirmiyor. Öyle olsaydı zaten karşıdaki kişiler asıl özel günlerinde bir beklenti içinde olmazlardı. Sonuç olarak diyeceğim şu ki:
Alışveriş çılgınlığına kapılmadan, kapitalist sistemin bizden beklentilerini de hesaplayarak sevdiklerimizi düşünelim. Onlara kendilerini özel günlerinde özel hissettirelim. Bir telefon, bir ileti ya da bir ... gerisi size kalmış.  

3 Ocak 2013 Perşembe

BEN NEY'İM ?



* Ben bir hayalim her zaman düşlenirim, bazen gerçekleşirim bazen de suya düşerim.

* Ben gökyüzüyüm, güneşle vedalaşmaya kıyamayan; yıldızlara elveda bile demeyen.

* Ben bir kelebeğim bir günlük ömrünün kıymetini bilmeden çiçekten çiçeğe konan.

*Ben bir çocuğum, biraz çikolata biraz da şekerle dünyanın en mutlusuyum.

*Ben bir ağacım, gövdemde sevgililerin baş harflerini taşırım.

*Ben bir gülümsemeyim gamzeli tatlı bir yanaktan çıktım.

*Ben bir iğneyim, ipliğime kavuşmak isterim; fakat bir türlü dikiş tutturamam.

*Ben bir tutsağım, daima özgürlük peşinde koşan ama asıl hapishanesi kendi beyninde olan.

*Ben bir umudum, hiç bitmeyen, hiç bitmeyen, hiç bitmeyen...