28 Eylül 2012 Cuma

YENİ HAYAT



  Bu başlığı atınca aklıma Tom Hanks'in başlıkla aynı isimli filmi geldi. Bir de bu isimde Orhan Pamuk'un bir romanı var. Filme dönersek eğer.Film modern bir Robinson Crusoe hikayesi. Bir uçak kazası sebebiyle ıssız adaya düşen kahramanımız, burada yaşam savaşını vermeye başlar. Bu arada uçaktan düşen kolilerin içindekilerle hayatını idame ettirmeye çalışır. Bir koliden voleybol topu çıkar. Bu topa insan yüzü çizer ve ona Wilson ismini verir.Ona gerçek bir insanmış gibi davranmaya başlar. Burada dikkatimi çeken şu oldu: Kahramanımız eğer Wilson'u yaratmasaydı, onunla dertleşip konuşmasaydı, belki de akıl sağlığından olabilirdi. Çünkü insan toplumsal bir varlıktır. Diğer insanlarla iletişim kurmaya, onlarla birlikte olmaya ihtiyacımız var.
 Peki bana göre "yeni hayat" nedir? Yeni hayat ne yeni bir şehir ne yeni arkadaşlar ne de yeni bir sevgilidir. Hele sonuncusu kesinlikle ve kesinlikle değildir. Yeni hayat: insanın düşüncelerinin, hayata bakışının değiştiği ve insanın kendini bu yeni bakış açısıyla yaşama sunmasıdır.Yapılan haksızlıklar karşısında susmamaktır. İnsanları patron ve köle diye sınıflara bölen sistemle mücadele etmektir. Ezilenin yanında olmaktır. Hangi konumda olursanız olun kendinizi daha farklı bir konuma adapte edebilmektir.
 Toplumda saygın bir yeriniz varken bir anda kendinizi sokakta bulabiliyorsanız. Burada siz insanların iyiliği için bir şeyler yaparken onların alaycı bakışlarını, yapılan iyiliği ellerinin tersleriyle itmelerini sakin bir edayla karşılayabiliyorsanız yeni hayatınıza "hoş geldiniz" diyorum.
 Bu, öncelikle çok zor bir şey yani sokakta olmak.Her an her şeye , her tehlikeye açıksınız. Fakat bu deneyimi bir kere yaşayınca artık oradan kopamıyorsunuz. Başkaları sokakta sizin geleceğinizin mücadelesini verirken, siz rahat evinizde, yumuşak koltuğunuzda o kadar da pervasız oturamıyorsunuz. Tıpkı bir morfin gibi sokak içinize işliyor. En önemlisi de artık orada olan siz değilsiniz. Çünkü kendi çıkarlarınızı terk etmişsiniz, başka insanlar için orada bulunuyorsunuz. Ve siz artık başka insanlarsınız. Siz, doğuda 15 yaşında evlendirilmek üzere olan bir çocuk gelinsiniz. Siz 12- 13 yaşlarında ağır sanayide çalışmak zorunda olan bir çocuk işçisiniz. Ya da geleceği müphemle dolu olan bir yenidoğansınız. Ama kesinlikle siz artık siz değilsiniz...

22 Eylül 2012 Cumartesi

YAŞAR-DİVANE



 Bazı filmler vardır.Hasılat rekorları kırar. İzleyici tarafından çok beğenilir. Bu yüzden ekonomik nedenlerle filmin serisi olan 2. ve 3. filmler çekilir. Fakat 1. filmdeki tadı bu filmlerde bulamazsınız. Örneğin Matrix ya da Buz Devri gibi... Bugün size tanıtacağım albüm de müzik kategorisinde bu anlattıklarıma örnek oluşturuyor. Yaşar'ın ilk albümünden bahsediyorum. "Divane"den. Albüm ilk çıktığında lise yıllarındaydım. Satın aldım ve uzun yıllar dinledim. Hala saklıyorum. Benim için anlamı olan eşyaları, notları, resimleri saklama huyum vardır.Bir gün 70 yaşına kadar yaşarsam beni haberlerde bir çöp evden çıkarken görebilirsiniz. Şu an bu kaseti çalacak bir teybim yok. Zaten artık internet yüzünden albüm de satın almıyorum. Bu albümdeki tüm şarkıları ezbere bilirim. Zaman zaman yine dinliyorum. Yaşar'ın 2. ve 3. kasetini de satın aldım ama ilk kasetin yerini dolduramadı bu yeni şarkılar. Bir iki şarkı fena değildi. Böyle olunca bendeki Yaşar tutkusu da bitti. Akdeniz gırtlağı diyorlar onun sesine gerçekten güzel bir ses. Evet şimdi albüme gelebiliriz.
1- BİRTANEM aslında kelime ayrı yazılıyor ama şarkı adı olunca tıpkı reklam panolarındaki gibi imla kuralları devre dışı kalıyor. Ama yanlış bir şey. "Bir tanem seni görmeye görmeye görmeyi özledim..."
2-CEZAYİR MEŞEKŞESİ bu şarkıyı karda yürürken dinlerseniz asıl tadına varırsınız."imdat yine mi yol, imdat yine mi kar?"
3-DİVANE albümü satın almama neden olan parça. Yıl 1996 ve hayatımızda müzik kanalı olarak yalnızca Kral tv var. Yaşar yakışıklı tipi ve büyüleyici sesiyle gitar çalıyor.Her genç kızın rüyası dönemi...
4-GEL BENİMLE biri "gel benimle" dese insan her şeyini bırakıp gider mi? Dünyada buna değen bir insan var mı? Belki gidilir ama 2 yıl içinde geri dönülebileceği, aşkın biteceği hesaplanmalıdır.Çünkü bulutların üstünden yere çakılmak epey can yakıcı olabilir.
5-GÜNAHSIZ hoş bir müzik, karlı bir günde tok karnına sabah akşam dinlenebilir.
6-KOY BENİ GÖZLERİNE "gözlerindi ilk içimi çeken" Aşk gözlerde başlar ama nerde biter bilemiyorum.
7-KÖR BIÇAK Sezen Aksu'nun da aynı isimde bir şarkısı var ama ben bunu daha çok seviyorum.
8-KUMRALIM türküler genellikle esmer ya da şarışın sevgililere yazılmış. Kumral sevenler için bu iyi bir şarkı. Benim böyle bir kriterim yok önemli olan iç güzellik (!)
9-ONUN VEDASI tam bir ayrılık parçası. Dinle ,dinle ağla... Tabiki ayrıldığınız kişi buna değiyorsa. Parçanın ismi de dikkat çekici "Onun vedası" şarkının hiçbir yerinde bu kelimeler geçmiyor. "Yine karşılaşırız dünya küçük aşkın büyük." Ayrılık sonrası, 5 paket selpak eşliğinde yağmurlu bir günde aç karnına dinlenebilir.
10-YAZ BİTTİ yaz aşklarını en iyi anlatan parçalardan biri."ya kalem bitti ne naz,bu yalan gibi biraz. Ya istilada kalpler sessiz, yazılmadı postacılar işsiz"
  Albüm bitti, sanırım kotalarım da öyle. Öfff ! bu kadar aşk- meşk sıktı beni, ben felsefe kitaplarına geri dönüyorum hoşçakalın...

14 Eylül 2012 Cuma

NİETZSCHE , FELSEFE ve CİNSELLİK



 İçimde sürekli bir öğrenme açlığı var. Evrende ne varsa, her şeyi öğrenmek istiyorum. Bazen halay çekmeyi, bazen origamiyi, bazen de yeni bir yemek tarifini. Fakat içimdeki bu bilgi açlığını bir türlü gideremiyorum. Bu, ölünceye dek böyle sürer umarım. Şimdi yeni tutkum "felsefe öğrenmek". Aslında tutku kelimesi bir anda parlayan ve sönen duyguları anlatır. Öyleyse yeni merakım diyeyim. Neden felsefe öğrenmeliyim, ya da öğrenmeliyiz? Ben kendime göre bazı saptamalar yaptım. Şöyle:
 "Akıl" konusunda saplantılarımız var. İdealizm bizi dogmatik düşüncelere hapsediyor. Diyalektik düşünmemizi engelliyor. Önümüzdeki binlerce seçeneğin farkına varamıyoruz. "Akıllıca olan, akla yatkın budur" deyip, sistemin önümüze sürdüğü yanlışlıkları doğru gibi görüyoruz.
  Özgür düşünen, eksiklikleriyle, zayıflıklarıyla kendini kabul eden bireylere ihtiyacımız var.
  Başımıza gelen her türlü olayı "Bu,benim kaderimdir" diyerek, bütün suçu kadere yüklüyoruz. Bu da bizi çaresiz insanlara dönüştürüyor. Mücadeleden soğuyoruz.
  İnsanlar arası iletişimimiz zayıf, var olan iletişim ise onların gelir dağılımlarına göre değişiyor.
  Felsefe yaşamımızı yaşanır kılmada bir işleve sahip olabilir. İnsan doğasını anlamamıza yardımcı olacaktır.
  Felsefe bize eleştirmeyi, yeni değerler yaratmayı, dünyayı yeniden yorumlamayı öğretecek. Böyle düşünen biri egemen güçler tarafından beynimize sokulmaya çalışılan bütün yanlışlara baş kaldıracak ve haksızlıklara boyun eğmeyecektir.
 Elimde Nietzsche'nin bazı kitapları var. İlk olarak "Ahlakın soykütüğü üstüne" adlı kitabını okuyacağım. Neden ahlak felsefesiyle başladım? Ülkemizde özellikle cinsellik konusunda aşılmaz bir tabu var. Ailelerimiz bizimle bu konuyu hiç konuşmadı ama biz çocuklarımızla bu konuları  konuşabilmeliyiz. Bu tarz sorulara ayıp, günah diyerek cevaplar vermemeliyiz.Bunun aksi durumunda  tecavüz, cinsel taciz ya da hayvanları kullanma tarzındaki haberler gazetelerin ön sayfalarından asla eksik olmayacak. Kendi bedenimizden utandığımız günler artık geride kalmalı. Cinsellik insan gerçeğinin bir parçasıdır, aşkın dışa vurumudur. Bu konuda Nietzsche'in ünlü bir sözü var: "Eros'u zehirleyen tek tanrılı dinler olmuştur."  diyor. Ahlak konusunda da köle ahlakı olarak nitelendirdiği geleneksel ahlak anlayışına karşı, ahlak dışı bir öğreti kurmaya çalışmıştır. Ben de bu konuda kendimi eğitmek istiyorum. İlk defa bir Nietzsche kitabı okuyacağım için çok heyecanlıyım. Büyük bir coşkuyla başlıyorum...

11 Eylül 2012 Salı

EYLÜL


" Eylül...Öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekliydi. Eylül esef ve özlem ayıdır. İçine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp esef eder ve özlem çeker" (Mehmet RAUF)

  Mehmet Rauf'un Eylül romanı Türk Edebiyatı'nın psikolojik roman tarzının ilk ve bana göre en güzel örneklerinden birisidir. Aşağıya özetini verdim ama hiçbir kitabın özeti kendi değerini yansıtamaz.
 Özeti okuyunca klasik bir hikaye diyebilirsiniz oysa kitabın orijinali hiç de öyle değil. Mehmet Rauf, kitaplarında insanların psikolojik tahlillerini öyle bir yansıtıyor ki adeta okurken sizler de birer Suat (kadın), Süreyya (erkek) ve Necip oluveriyorsunuz.
  Eylül aslında bir yasak aşkın romanı, malum kadın evliyse aşk yasak hale geliyor. Bu arada Necip ve Suat'ın aşkları yalnızca ruhi bir yakınlaşmadır arada cinsellik yoktur. Aslında bu da romanı biraz realiteden uzaklaştırıyor bana göre. Süreyya asalak bir tip hayatını kendi zevklerine göre ayarlayan biraz da eşine ilgisiz biridir. Suat son derece namuslu, kocasının mutluluğunu ve rahatını düşünen bir karakterdir. Necip ise çapkın bir erkektir. Suat'ı tanıyana kadar kadınları yalnızca bir gönül eğlendirme aracı gibi görmüştür.
 Eylül ayı sonbaharın ilk ayı ve benim için bir kopuşun sembolüdür.Güneşli günlerin, yeşil ve mavi rengin, gezmelerin, tatilin bitişidir. Ayrılığın simgesidir.
 Eylül ayı doğanın ölüme hazırlanmasıdır. Doğa bütün ihtişamını ve güzelliğini insanlara tekrar sunabilmek için ölmelidir. Bu ölüm bir son değil, yeniden doğuş için bir dinlenmedir yalnızca. Bir bitiş varsa eğer yeni bir başlangıcın doğabilmesi için vardır. Bu yüzden ne eylülden ne sonbahardan ne de ayrılıklardan korkmamak gerekir.
 Eylül romanı oldukça duygusal bir roman yani tam bana göre. Duygusal olmayı seviyorum çünkü duygularım bana insan olduğumu ve yaşadığımı anımsatıyor. Bazı insanlar vardır. Bir robot gibidirler. Acı çekmekten, duygularının esiri olup savrulmaktan korkarlar. Ben öyle değilim. Bu romanın en duygusal karakteri Necip bana göre. Evli bir kadına aşık oluyor. Yanlış bir tercih yapıyor belki. Üzülüyor, inciniyor, acıyor, acınıyor, yerlerde sürünüyor. Tıpkı bir insan gibi. Tüm duygularını sonuna kadar yaşıyor.
 Benim içinse en şiddetli duygu yoğunluklarının  eylül ayında yaşanacak olması, Yeni Türk Edebiyatı dersi için bu romanı birlikte çalışırken "Unutma! Mehmet Rauf'a göre eylül ayrılık ayıdır" cümlelerini birbirimize yıllar önce sürekli hatırlatmamız küçücük bir tesadüf müdür, acaba?

ROMANIN ÖZETİ
   Süreyya ve karısı Suat’ la birlikte babasının evinde oturmaktadır. Ama bu halden memnun değildirler. Babası hem yaşlı, hem dediği dediktir. Onun yüzünden her yaz  bir tane taş ocağına benzeyen köye gelirler ve orada sıkıntıdan patlarlar. Suat bu arada başka olaylardan da sıkılmaktadır. Suat’ın kardeşi Hacer  akrabası olan Necip Bey’ le gönül eğlendirmektedir. Hacer evli ve eşi de onun için her şeyini verecek nitelikte bir eştir. Daha sonraları Suat ile Süreyya birlikte mutlu bir şekilde yaşayabilmenin yolunu aramışlar ve bulmuşlardır. Suat Hanım gizlice babasından para isteyip eşi için bir yalı kiralar. Kocası bu duruma çok sevinir.Necip de hem dostları hem de akrabaları  olarak Suat ve Süreyya’nın yanına gelir. Süreyya için yelkenle gezmek ve balık tutmak vazgeçilmez bir zevktir. Süreyya bu alışkanlıklarını sürdürürken  Suat  da Necip’le birlikte piyano çalmaktadır.
Başbaşa geçen bu uzun yaz tatilinin sonlarında Necip Bey bir şeylerin olduğunu, Suat Hanım’a aşık olduğunu anlar. Bu durumdan kurtulmaya çalışsavda başarılı olamaz. Sonunda çare olarak onların yanından ayrılmaya  karar verir. Giderken de Suat’ın eldivenlerinden bir tanesini izinsiz olarak hatıra olması için alır.
Daha sonraları Necip’in tifoya tutulduğu öğrenilir. Süreyya ve Suat buna çok üzülürler. Tehlike devresi geçince Necip’in yanına giderler. Necip hastalığın etkisiyle sinir yorgunluğu içerisindedir. Hacer Necip’in hastalığı sırasında yanında bulunmuş ve o sıralarda Necip’in kendiden  geçmiş olduğu  zamanda yastığının altından bir bayan eldiveni bulmuştur. Hep birlikte hasta hakkında konuşurlarken Necip’in annesi eldiveni gösterir. Suat kendi eldivenini görünce şok olur ve olayı anlar fakat kimseye  sezdirmez. O sırada Necip de sapsarı olur utancından ve çaresizliğinden ne yapacağını bilemez.
Necip hastalıktan sonraki iyileşme devresini yalıda geçirilmek üzere mecbur edilir. Halbuki O, onlardan kaçmak için uğraşmaktadır.
Bir yaz sessiz ve olaysız bir şekilde geçmiştir. Eylül gelince Süreyya konağa gider. Bu gidiş beklenen bir gidiş değildir. Suat bu duruma anlam veremez. Daha gitmeden önce kışı bile beraber geçireceklerini söylemiştir. Ama Süreyya  bir şeyleri sezmiş olup, o yüzden gitmiştir.
Konağa geri dönülür. Necip artık eskisi kadar yalıya gelmemektedir. Hele Hacer’in davranışları , onların her bakışlarından anlam çıkarmaya çalışan tavrı her ikisinide deliye döndürür. Birbirlerini buldukları anda , ister istemez kaybedeceklerdir. Suat kendisinden kalan , Necip’in aldığı eldivenin diğerini de verir. Bunun sebebi ise artık hayatın Suat için yaşamaya değer bir tarafı kalmamasıdır.
O gece konakta yangın çıkar.Herkesi bir telaş ve korku alıp götürür. Canlarını zor kurtarırlar. Ama Suat  ortalıklarda yoktur. Süreyya alevlerin içine doğru Suat diye inlemektedir. Ama cesaret edemez. Necip bir haykırışla içeriye fırlar . Her ikisi de çöken tavanın altında can verirler.

KİTAPTAN ALINTILAR:
Kalabalık içinde yalnız yaşamak,kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan kalpleri, birbirine bağlılığın ne demek olduğunu o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum.

-Onlar küçüle küçüle bir nokta kalınca,azalarak sonunda üzüntüye dönüşen bir sevinç gibi acı,yıkılmış bir iç sıkıntısı içinde kalıyordu. Bu güzel geceyi tercih ettiği Beyoğlu gecesini,buluşacağı kadını düşünerek geceyi miskin,kadını hayvan buluyor,verdiği sözü unutmanın bir ihanet olmayacağını düşünüyordu. "İşte böyle,"diyordu; kararsız,arzusuz,boş..." Başını salladı, "Ve bana evlen,diyorlar!"diye güldü. (s.80)

-Birçok zaman kendisi için kadın kelimesi yalnızca saçma,hain,kuşbeyinli anlamlarına gelmişti ve şimdi tekrar kadın sözcüğünü o anlamda kullanınca,bunun o kadar zaman namusuna hayran olduğu Suad'a uygulamak ona acı,pek acı geldi. (s.130)

5 Eylül 2012 Çarşamba

SEN UYURKEN

Sen Uyurken

 15-16 yaşlarındayken her yıl başında bir noel romantik komedisi izlemeye bayılırdım. (Şimdilerde romantik komediler bana +13 korku filmlerinden bile daha uzak) Bu filmi de o yıllarda keşfettim. Sanırım bana o yılları hatırlattığından bu filmi tekrar izledim. Bizim ailede yeni yıl demek tavuk-pilav,çerezler,tatlı ve meyveler, özellikle muz, demekti.O zamanlar bu saydıklarıma şimdiki gibi kolay ulaşamazdınız. Fakat lezzetleri eşsizdi. Gecemiz televizyondaki sanatçıların seslendirdikleri şarkıları izleyerek son buluyordu. Televizyon kanalları da bugünkü kadar çeşitli olmadığından herkes hemen hemen aynı programları izler bir sonraki günler de bunların kritikleriyle geçerdi. Eğer bir de kar yağıyorsa, işte o zaman yeni yılın çoşkusunu ta içinizde hissedebilirdiniz. Şimdi ise ne o yemeklerin tadı var ne de yeni yıla girmenin sevinci.
Filmin baş rol oyuncusu Sandra Bullock'un çok doğal bir güzelliği var ya da vardı çünkü bu film çevrileli tam 17 yıl olmuş. Eski filmleri izlerken insanların giyiniş tarzına, konuşmalarına ve esprilerine özellikle dikkat ederim. Bu filmde de kıyafetler epey eski püskü. Bunlar o dönemlerin yaşayış tarzını gözler önüne seriyor ve ben de teknoloji ne kadar yol almış daha iyi değerlendirebiliyorum. 1995 yapımı bu film. Sanki 90'lı yıllar daha dün gibi geliyor insana ama işte üzerinden 20 yıl geçmiş.Bu arada aklıma bir çocukluk anım geldi yine. Çocukluğumdan çok sık bahsediyorum. Belki de bunları anlatarak o günleri ölümsüzleştiriyorumdur. Bu bloğu açmadan önce hiç bu kadar anım olduğunun farkında değildim. Neyse yıl 1992 ya da 93 biz arkadaşım Arzu ve ben bir film izlemiştik. Şimdi adını hatırlayamıyorum. Bu filmde çocukluk arkadaşları birbirleriyle 20 yıl sonra buluşacaklarına söz veriyorlardı. Ben de bundan etkilenerek Arzu'ya "2000 yılının Anneler Günü'nde tam saat 12.00'de 19 Eylül Stadyumu yolundaki her zamanki oyun alanımızda buluşmak üzere söz verelim" dedim. O da kabul etti. Neden 2000 yılı? Çünkü ben millenyum deyip abarttıkları bu yılda birden bire dünyada büyük değişikliklerin olacağını sanıyordum. Biz birbirimizle yıllarca bu buluşmanın muhabbetini yaptık. Buluşma tarihi geldi. Ben o dönemlerde üniversite sınavlarına hazırlanıyordum . Kafam bununla çok meşguldü sanırım bu yüzden bu randevuyu kaçırdım. Hatta hatırlamam ayları buldu. Arzu'ya "Sözümüzü tutamadık" dedim. O ise sözünü unutmamıştı. Bilmiyorum tam saat 12.00'de orda mıydı? Ama bana "Ben unutmadım" dedi. Şimdilerde ise onunla aramızda bir yabancılaşma var. Ne yazık ki bu yabancılaşma problemi toplumumuzda çok sıklaştı. Ne zaman geçmiştekinden daha iyi bir toplumda yaşayacağız ve ben geçmişe özlem duymayı bırakacağım acaba? Öyle kirli bir dünyadayız ki ben de herkes de bu kirlilikten nasibimizi almışız. Bir Türk filminden şöyle bir sahne geçti aklımdan şimdi. Büyüklerin "İstanbul'un bütün süpürgeleri bile insanların içindeki kirliliği temizlemeye yetmez" sözünü duyan çocuk bir sonraki gün mahallede ne kadar süpürge varsa annesine yakalanana kadar gizlice toplamaya başlamıştı. Keşke İnsanlar çocukluğundaki saf hallerinde kalabilselerdi. Sen Uyurken dedik bambaşka yerlere gittik. Artık benim de uyku vaktim geldi. Daha aydınlık günlere uyanmak ümidiyle... İyi geceler.

3 Eylül 2012 Pazartesi

YÜREĞİNİN GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİT
"Yolunu yitirdiğini, şaşırdığını hissettiğin zaman ağaçları düşün, onların büyüme biçimini anımsa. Unutma ki yaprağı gür ama kökü zayıf bir ağaç ilk güçlü rüzgarda devrilir. Oysa kökü güçlü ve az yapraklı ağaçta can suyu binbir güçlükle dolaşır. Kökler ve yapraklar aynı ölçüde gelişmelidir. Olayların içinde ve üzerinde olmalısın. Ancak böyle gölge ve sığınak sunabilir. Ancak böyle doğru mevsimde çiçekler ve meyvelerle donanabilirsin. Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilmediğin zaman, herhangi birine, öylece girme otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al. Hiçbir şeyin senin dikkatini dağıtmasına izin verme. Bekle ve gene bekle. Dur sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git..."
  Yukarıdaki paragraf  Susanna Tamaro'nun yazının başlığıyla aynı isimli kitabından alınmıştır. Bu paragrafı ilk defa üniversite 1. sınıfta okumuş ve çok etkilenmiştim. Bu bölüm romandaki büyükannenin torununa nasihat kısmıdır. Zaten doğuştan romantik olan ben gerçekten de yüreğimizdeki sesin bizi hiç yanıltmayacağını düşünüyordum. Geçmiş zaman kipi kullanıyorum. çünkü şu an kesinlikle bunun tam tersini düşünüyorum. Çünkü duygular da,  mantık da insanı aldatabiliyor. Yüreğiniz sizi nereye götürür? Meçhul ama bence çok fazla uzaklara götürmesin. Bir belgesel izlemiştim. Bir balık türü varmış. Okyanusta milyonlarca kilometre yol aldıktan sonra ölmesine yakın doğduğu yere geri dönermiş. Bence insanlar da aynı bu balık gibiler. Kendi kültürlerinden, doğdukları büyüdükleri yerlerden kopamıyorlar. Klasik bir atasözümüz buna örnek "Bülbülü altın kafese koymuşlar ille de vatanım demiş." Yani ne aşk ne de para insanı kendi kültürünün insanlarından, gelenek ve göreneklerine aşina olduğu bir yerden daha fazla mutlu edemez. Şimdi bana insanlar değişebilir yeni yerlere, yeni ortamlara uyum sağlayabilir diyebilirsiniz. Elbette insan değişken bir varlıktır fakat bu değişiklik başka bir insan için olmamalıdır. İnsan değişecekse daha iyi bir toplum yaratmak için değişmelidir. Hayatımız yaptığımız tercihlerin toplamıysa eğer, öyleyse bu tercihleri yaparken çok dikkatli olmalıyız. Yüreğim bir gün benimle konuşur mu? Bilemem ama eğer konuşursa ona ne söyleyeceğimi çok iyi biliyorum :)