13 Nisan 2013 Cumartesi

ARAMAK, ARANMAK

"İnsana kendisini iyi hissettiren şeyler nelerdir?" Listesi yapmak istedim bu akşam. Bir numaraya çikolata yemek  yazmayı düşündüm. Sonra dedimki kendi kendime "insanı, çikolata yemek kadar mutlu edecek başka ne vardır?" Böylece iki numarayı aranmak, sorulmak, merak edilmek kısacası özlenmek başlıkları aldı. Hangi şekilde olursa olsun: Mail, mesaj, telefonla arama ya da eve ziyaret... Hepsi de insana kendini mutlu hissettirir. Bir de eskiden "çağrı atma" denen bir kültür vardı. Düşünüyorum da o zamanlar her şey ne kadar saftı. Çok değil on yıl öncesinden bahsediyorum. İletişim pahalıydı. Öyle aklınıza her estiğinde arayamazdınız birini. Şimdi iletişim eskiye nazaran daha ucuz ya da bilmiyorum iş hayatına atıldık ve iletişim için ekonomik olarak daha uygunuz. Bu sefer de arayanımız ve arayacağımız insanlar azaldı. Arandığımızda ise iyi hissediyoruz kendimizi. Aranıyorsunuz çünkü siz arayan insan için özelsiniz. Siz iyisiniz ya da karşıdaki kişi için önemlisiniz. Bu yüzden nasıl olduğunuz ve neler yaptığınız onun tarafından merak ediliyor, anlamına gelir bu aramalar.
  "Aranmak" her zaman "aramaya" göre daha kolaydır. Arayacağınız zaman hep şöyle olur: Acaba uygun mu, ona ne söyleyeceğim, bu aramadan nasıl bir kasıt çıkaracak? Aranmak ise daha az karmaşıktır genelde. "Beni niye aradı?" diye düşünmeyiz çünkü. Kendi egolarımız, aranan bir kişi olarak görmeye kolayca ikna eder bizi. Bu yazıyı şöyle bitirmek istiyorum. Aramaktan çekinmeyin. Aranan bir kişi olmanın yolu arayan bir kişi olmaktan geçer bence.

11 Nisan 2013 Perşembe


YAZMAK, BAHAR, 1 MAYIS
  "Yazabilecek miydim?" Bilgisayarı açıp, bloguma girene kadar bunu düşündüm. Sanki daha önce hiç yazmamıştım. Bana ilk defa bisiklet sürmek ya da yeni öğrendiğim bir dili konuşmak gibi bir his verdi. Evet bir süredir yazamıyorum ve yazdıktan sonra yazıyı yayınlarkenki sevinci de yaşayamıyorum. Bunun nedeni, öncelikle ara verdiğim için yazı yazmaktan soğumam oldu. Bir de vakitsizlik tabii ki. Şimdi ise aklıma ne gelirse öylesine karalamak istiyorum. Yeter ki bir şeyler yazabileyim.
  Bir süredir havalar ısındı. Tarihten de anlaşılacağı gibi bahar geldi. Birçok insanda olduğu gibi bahar bende de güzel hisler uyandırır. Mevsimleri insan hayatına benzetirsek eğer: bahar bebeklik, yaz gençlik, sonbahar orta yaşlılık ve kış ise yaşlılık çağımıza denk düşer derim ben. Nasıl ki insanın en sevimli zamanları bebekliği ise; mevsimlerin en sevimlisi de bahardır bence. Şarkıda boşuna demiyor Sezen Aksu: "Ben her bahar aşık olurum, rüzgar olur yağmur olurum, filizlenir anılarda gururum, taşar içimden ruhum..." Aşk konusunda bir şey söyleyemeyeceğim ama ruhumun her bahar taştığını biliyorum. Ayrıca bahar bana 1 Mayıs'ın yaklaştığını da müjdeliyor. İşçilerin en önemli kazanımlarından biri olan "8 saatlik çalışma hakkının" elde edildiği 1 Mayıs... Ne yazık ki birçok insan için bu tarih taş, sopa, panzer, polis şiddeti ve provokasyon için orada bulunan göstericiler demek. Bunu, öğrencilerimin bu konuda yazdıkları hikayelerden de çıkarmak mümkün. Umarım ileri tarihlerde bu kanı değişir. 1 Mayıslar herkes için gerçek bir bayram olur. Bir de şu var tabii ki kaç işçi gerçekten yalnızca 8 saat çalışıyor. Gerçeğin çok farklı olduğunu biliyoruz. 1 Mayıs resmi tatil olduğu halde milyonlarca kişi bu tarihte çalıştırılıyor. İşçilerin çalıştırılma şartlarını, aldıkları ücreti, ülkede her gün 5 işçinin canını yitirdiğini düşünürsek eğer 1 Mayıs'ı kutlayamamaları bunların arasında en hafif olanı sanırım. Birçok işçi köle gibi çalıştırıldıktan sonra eve yorgun argın geliyor ve yatağın yolunu ancak bulabiliyorlar. Ailesine, kendisine, hayallerine hiç vakit kalmıyor. Ben de bir işçi kızıyım. Bilmiyorum babam bu yüzden mi ilgisizdi bize? Deneyip görmeye değerdi diyorum.
   1Mayıs 1 Mayıs işçinin ve emekçinin bayramı...

7 Nisan 2013 Pazar

 MARK’IN İLK YÜRÜYÜŞÜ
        Yıl 1880’lerin sonlarıydı. Mark Avusturalya’nın Melbourne kentinde bir inşaat işçisinin 8 çocuğundan biri olarak dünyaya gelmişti. Mark da babası gibi inşaatlarda çalışıyordu. Mark daha 18 yaşında olmasına rağmen güneşten yanmış yüzü ve bitkin vücudu onu yaşının kat kat üstünde gösteriyordu. Mark sarı saçlı, mavi gözlü, uzun ve zayıf bir gençti. Bu yorucu işte haftada 6 gün 12 saatten fazla çalışıyordu. Mark kardeşlerinin en büyüğüydü. Ailesinin geçimi onun ve babasının sırtındaydı. Kazandıkları para ise çok azdı. Kıt kanaat geçiniyorlardı. Yine de çalışmak zorundaydı. Bundan başka seçeneği yoktu. Aslında okuyabilseydi şimdi liseden mezun olacaktı. Okuma yazma öğrendikten sonra okulu bırakıp çalışmak zorunda kalmıştı. Ya çalışacaktı ya da açlıktan öleceklerdi. Mark, patronlarının yaşayışına baktığında ortada büyük bir haksızlık olduğunu görebiliyordu fakat ses çıkaramıyordu. Patronun gıcır gıcır ayakkabıları, temiz giysileri, güzel yemekler yemekten şişmiş bir de kocaman göbeği vardı. Mark’ın Albert aldı siyah saçlı orta boylu bir arkadaşı vardı. Albert, Mark gibi içine kapanık değildi. Açık sözlü, dürüst biriydi. Bir gün Mark’a “sendikaya üye olur musun?” diye sordu. Mark:”Ya işimi kaybedersem, biliyosun bütün kardeşlerim ben ve babamın kazandığı bu azıcık parayla geçiniyoruz.O da olmazsa ne yiyip ne içeriz.”dedi.Albert:” Babana bak, 40 yaşında olmasına rağmen ne kadar yaşlı ve hasta görünüyor, ayrıca gece çektiği ağrıları unutma. Sen işini kaybetmesen de sağlığını kaybedeceksin. Sendika çok güçleniyor, hepimizi işten çıkaramazlar, birlikte olursak güçlü oluruzç” dedi. Bu sözler Mark’ı ikna etti. Sendikaya üye oldu. Aradan birkaç ay geçmişti. Albert sevinç içinde Mark’ın evine geldi. Mark arkadaşına ikram edecek bir şeyler aradı bulamadı. Albert öyle neşeliydi ki bu durumun farkında bile değildi. Hemen anlatmaya başladı. ”Yarın iş bırakıyoruz, büyük bir yürüyüş yapacağız. Bundan sonra patronlar bizi köle gibi çalıştıramayacak, günde yalnızca 8 saat çalışmak için direteceğiz.” dedi. Mark’ı da birden bir heyecan sardı, ağzı diline dolandı sonunda: ”Bu, olabilir mi?” dedi. Albert: ”Neden olmasın, birlikte hareket edersek her şey mümkün.” dedi. Mark o gece hiç uyuyamadı Balık tutup, ailesiyle piknik yapacağı günleri hayal etti. Belki gece okuluna gider, liseyi bitirir, hep olmak istediği mühendisliği okuyabilirdi. Sabah yürüyüş başladı yüzlerce işçi oradaydı. Mark’ın elinde tuttuğu pankartta “işçilere özgürlük” yazıyordu.
     Aradan birkaç yıl geçti. Dünyanın birçok yerinde işçiler grev ve yürüyüşler düzenlediler. Bir bahar günü tarih 1 Mayıs’ı gösteriyordu. Yasal olarak işçiler 8 saatten fazla çalıştırılamayacaklardı. Mark evlenmişti ve bir de oğlu olmuştu. Eve erken geliyor ve çocuğuyla oyunlar oynuyordu. Babasının ona veremediği her şeyi o, çocuğuna vermek istiyordu.  Her şey mutluydu, harikaydı, güzel miydi? Değildi ama eskisinden daha umutluydu.
     Size bir tavsiyem her zaman hakkınızı savunun. Çünkü siz bunu yapmazsanız başkaları haksızlıkları savunabilir.
Not: 1 Mayıs konulu öykü yarışması için Serra Aktaş ve Sercan Karakoç'un ortak yazdıkları öyküdür.